ERGİN ERSÖZ YAZDI : "GERÇEĞİN GÖLGESİNDE YAŞAMAK "

8/19/2025

GERÇEĞİN GÖLGESİNDE YAŞAMAK

İnsan, her sabah uyanır ve kendine küçük bir oyun oynar. Aynaya bakar, yüzüne tanıdık bir ifade yerleştirir, sanki o yüz onunmuş gibi davranır. Gülümser. Çünkü gülümsemek, acıdan kaçmanın en eski yoludur. Sonra dışarı çıkar, selam verir, konuşur, çalışır, güler, severmiş gibi yapar. Hayat, bir tiyatro sahnesi gibidir ve herkes kendi repliğini ezberlemiştir. Kimse doğaçlama yapmaz artık. Çünkü doğaçlama, hatayı da beraberinde getirir. Ve çağımızın insanı, hata yapmaktan değil, fark edilmekten korkar.

“Mış gibi yapmak” sadece bir davranış biçimi değil, modern çağın yaşam biçimidir. İnsanlar artık duygularını hissetmez, onları taklit eder. Bir anne çocuğunu sever ama bazen sadece göstermelik bir sevgiyle. Bir dost ilgilenir gibi yapar ama aklı kendi yorgunluklarındadır. Bir toplum adalet istermiş gibi konuşur ama adaleti eline geçirdiğinde ilk unutan o olur. Herkes inançlıymış gibi, vicdanlıymış gibi, düşünceliymiş gibi davranır. Ama kimse gerçekten inanmaz, vicdanla yüzleşmez, düşünmez.

Sokaklarda yürüyen insanlara bak, yüzleri aynı kalıptan çıkmış gibidir. Herkes birbirine benzer, aynı gülümseme, aynı bakış, aynı boşluk. Bu benzerlik, bir tesadüf değil, bir kaçış biçimidir. Çünkü farklı olmak, sorgulamak demektir. Sorgulamaksa yalnızlık getirir. Bu yüzden kalabalıklar “mış gibi” yaparak bir arada durur. Herkes birbirinin aynasıdır, ama kimse kendi yüzünü tanımaz.

Bir kahkahanın ardında binlerce suskunluk saklıdır. Bir “iyiyim”in içinde kırılmış bir kalp, bir “önemli değil”in arkasında ezilmiş bir gurur vardır. Ama kimse bu duvarları aşmaya cesaret edemez. Çünkü içini göstermek, zayıflık sayılır. İnsan artık güçlüymüş gibi yapmayı, kırılmamış gibi görünmeyi öğrendi. Herkesin maskesi aynı: dayanıklı, mutlu, huzurlu. Oysa altlarında bir yorgunluk denizi var.

“Mış gibi” yaşamak, yalnızca bireyin değil, toplumun da hastalığıdır. Devletler barış içindeymiş gibi görünürken, savaşları finanse eder. Şirketler çevreyi koruyormuş gibi reklam yaparken, doğayı yok eder. Aileler huzurluymuş gibi davranır, ama evlerin duvarları sessizlikle doludur. Eğitim sistemi özgür düşünceyi destekliyormuş gibi yapar, ama çocuklara sadece ezber öğretir. Her şey, bir vitrinden ibarettir artık. Gerçek arka odadadır; tozlu, karanlık, unutulmuş.

Belki de bu yüzden dünya bu kadar gürültülüdür. Çünkü sessizlik, gerçeği duyurur. Gürültü ise onu bastırır. İnsan, içindeki sesi duymamak için sürekli konuşur. Sosyal medyada paylaşır, anlatır, gösterir, poz verir. Gerçekten mutlu olmak yerine, mutlu görünmeyi tercih eder. Çünkü mutluluk artık his değil, görüntüdür. Bir fotoğraf karesi kadar sürer, bir beğeni kadar parlar, bir yenisi gelene kadar silinir.

“Mış gibi” yaşamak, konforlu bir yalandır. Gerçek, yakıcıdır; acıtır, rahatsız eder. Ama “mış gibi”nin dünyasında her şey yuvarlaktır, hiçbir köşe can yakmaz. İnsan bu yüzden gerçeği bırakır, rahat bir yalanın içine sığınır. Seviyormuş gibi yapar, çünkü sevmek artık fedakârlık ister. İnaniyormuş gibi yapar, çünkü inanç bedel ister. Gülüyormuş gibi yapar, çünkü gülmek bile artık zorlaşmıştır.

Bazen bir dostun omzunda ağlamak ister insan ama omuzlar bile “mış gibi” sertleşmiştir. Çünkü herkes güçlüymüş gibi davranıyor. Kimse düşmek istemiyor. Düşenin üstüne basılarak çıkılan bir dünyada, kim cesaret eder kırılmaya? Bu yüzden insanlar kırılmamış gibi, eksilmemiş gibi, unutmamış gibi yaşarlar. Herkes bir illüzyonun içinde, kimse perdeyi aralamak istemez.

Toplumun bütün yapısı bu rol dağıtımıyla ayakta kalıyor. Herkes görevini biliyor: anne fedakâr olacak, baba susacak, çocuk uslu olacak, öğretmen sabırlı, işçi minnettar, patron adil görünecek. Herkes aynı replikleri tekrarlıyor. Ve kimse artık anlamını sorgulamıyor. Çünkü “mış gibi” yapılan bir şeyin içinde anlam aramak, suya yazı yazmak gibidir.

Ama bir gün herkes kendi maskesinin altında boğulur. Çünkü rol yapmak, nefes almak gibidir ama soluduğun hava sana ait değildir. Bir gün gelir, insan aynaya bakar ve kendi yüzünü tanımaz. Gözleri ona ait değildir artık; bakışları bile bir başkasından ödünç alınmıştır. İşte o an, “mış gibi”nin duvarı çatlar. Ve gerçek, bütün çıplaklığıyla görünür.

Bu yüzden en cesur insanlar, “mış gibi” yapmayı reddedenlerdir. Gerçeği söyler, ne kadar acı olursa olsun. Korkularını saklamaz, yaralarını gizlemez. Gülüyorsa gerçekten güler, ağlıyorsa içinden akar. Çünkü bilir ki sahte bir gülümseme, en keskin yalanlardan biridir. “Mış gibi” yaşamayı reddetmek, dünyaya karşı gelmektir. Ama aynı zamanda insan olmaktır.

Bugünün insanı, kendi yalanına aşık olmuş durumda. Herkes kendi oyununu seviyor. Çünkü oyun bitince, gerçek başlıyor. Ve gerçeğin sessizliği, kimseye cazip gelmiyor. Oysa bütün devrimler, birinin “artık mış gibi yapmayacağım” demesiyle başlar. Gerçek, bazen tek bir insanın dürüstlüğünde doğar. Ve o dürüstlük, bir kıvılcım gibi bütün yalanları yakar.

Belki de dünya, yeniden o kıvılcımı bekliyor. Birinin cesaretle “iyiyim” demek yerine “değilim” demesini. Birinin gülmek yerine susmasını. Birinin o maskeyi çıkarıp “yorgunum” diyebilmesini. Çünkü değişim, hep gerçeğin başladığı yerde doğar. “Mış gibi”nin tükendiği yerde.

İnsanlık tarihi, “mış gibi” yapmanın sessiz bir tarihçesidir aslında. Her çağ, kendi maskesini yaratır. Antik Yunan’da insanlar tanrılara adaklar sunarken, çoğu bunu inançtan çok korkudan yapardı. Roma’da halk, gladyatör dövüşlerini izlerken adalet arıyormuş gibi görünürdü; oysa aradıkları, kanın verdiği geçici heyecandı. Her çağ, kendi yalanını kutsal bir biçime soktu. Çünkü yalan, düzenin tutkalıdır. Gerçek ise daima yıkıcıdır.

Orta Çağ’da papazlar günah çıkartırken, günahkârlar içlerini değil, sadece rahatlamayı arardı. Bu da bir “mış gibi” idi. İnsan, kendini affedilmemiş günahlarıyla kandırdı. Doğu’da dervişler sabırdan bahsederken, kimi sarayların içinde israf diz boyuydu. Herkes kendi çelişkisini kutsallaştırdı. Çünkü kutsallık, yalanı görünmez kılar.

Bugün de değişen bir şey yok. Modern insan, teknolojiyle, eğitimle, özgürlükle kuşatılmış ama en büyük hapishane kendi zihninde. Herkes özgürmüş gibi yaşıyor ama zincirini kendi elleriyle taşıyor. Telefonuna bakan bir baş, başını eğmiş bir köledir aslında. “Bağımsızlık” dediğimiz şey, sadece yeni bir bağımlılık biçimidir. İnsan, “özgürmüş gibi” davranırken, kendi sınırlarını unutur.

Siyasetçiler adalet getireceğini söyler, ama ilk unuttukları şey adalet olur. Yöneticiler halkı düşünüyormuş gibi yapar, ama aslında sadece koltuklarını düşünür. Halk da bunu bilir ama bilmemiş gibi davranır. Çünkü bazen yalan, gerçeğin getirdiği umutsuzluktan daha kolaydır. İnsan, aldatılmayı değil, inanmamayı kaldıramaz.

Toplumlar “mış gibi” yaparak ayakta kalır. Bayramlarda birlik içinde görünür, ertesi gün birbirini unutur. Okullarda ahlaktan bahsedilir, ama dürüst olan değil, uyum sağlayan ödüllendirilir. İş yerlerinde “aile gibiyiz” denir, ama kimse kimsenin yükünü taşımak istemez. Herkes gülümser, çünkü sistem gülümsemeyi sever. Kırılmak yasaktır. Sorgulamak ayıplanır. Duygusuzluk, modern bir erdem haline gelmiştir.

Kültürler bile bu “mış gibi”nin etrafında şekillenir. Japonya’da “tatemae” denen bir kavram vardır — toplum içinde söylenmesi gerekeni söylemek. Asıl düşünce gizlenir. Avrupa’da diplomasi denilen şey, “mış gibi” yapmanın en rafine hâlidir. Herkes nezaket maskesi takar, çıkar ilişkilerini dostluk gibi sunar. Orta Doğu’da ise bu maskeye “ayıp” denir; bazı gerçekleri söylemek ayıp sayılır. Aslında bütün dünya aynı şeyi farklı kelimelerle söyler: “Gerçek tehlikelidir.”

Birey de toplum gibi davranır. Aşık olur ama “duygularımı belli etmeyeyim” der. Üzülür ama “güçlü görünmeliyim” diye düşünür. Sevinir ama “çok belli etmeyeyim” der, nazar değer diye. İnsan kendi duygularına sansür koyar. Bu sansür, zamanla gerçeği unutturur. Ve insan, kendi kurgusuna inanır. Bu inanç, modern çağın yeni dini olmuştur.

Çocuklar doğarken gerçek gibidir. Ağlar, güler, ister, bağırır, dürüsttür. Sonra büyürler ve susturulurlar. “Ayıp.” “Sus.” “Uygun değil.” Ve o çocuk, bir gün yetişkin olduğunda, bir toplantıda, bir kalabalıkta, bir dost sohbetinde gülümserken, aynı “mış gibi”yi sürdürür. Artık onun da maskesi vardır. Bu döngü, kuşaklar boyunca devam eder.

“Mış gibi yapmak” insanın kendini koruma refleksi haline gelmiştir. Çünkü açık yürekle yaşamak, çıplak yürümek gibidir. Herkesin içinde çıplak olmak cesaret ister. Bu cesareti gösterenler, tarih boyunca yalnız kalmışlardır. Galileo gerçeği söylediği için susturuldu. Sokrates, düşüncesinden vazgeçmediği için zehri içti. İnsanlık, “mış gibi yapmayanları” hep cezalandırdı. Çünkü onların varlığı, diğerlerinin yalanını ortaya çıkarır.

Bugün bir çocuk “Ben mutlu değilim” dese, ona hemen “Abartma, her şey güzel” denir. Çünkü kimse gerçeği duymak istemez. Gerçek rahatsız eder. “Mış gibi”nin huzurlu sessizliği, gerçeğin çığlığından daha tercih edilir. Bu yüzden insanlar, yalanın içinde konforlu bir hayat kurar. Yalan, bir ev gibidir artık. Perdeleri kalın, duvarları sessiz, pencereleri sıkı sıkı kapalı.

Ama her yalanın bir çatlağı vardır. O çatlak bazen bir bakışta, bazen bir cümlede, bazen bir susuşta belirir. İnsan, bir gün aynaya bakar ve kendi yüzünü tanımaz. Çünkü uzun süre rol yapmış biri, artık kimin rolü oynadığını unutmuştur. Bu unutma, ruhun en sessiz intiharıdır.

Toplumsal olarak da aynı unutkanlık hâkimdir. Siyasetçiler halkı temsil ediyormuş gibi yapar, sanatçılar özgürmüş gibi davranır, medya tarafsızmış gibi görünür. Herkes birbirini inandırır. Bu büyük tiyatronun perdesi hiçbir zaman inmez. Çünkü oyun biterse, sahne karanlıkta kalır. İnsan, karanlıktan korkar. Oysa en büyük ışık, karanlığın içindedir.

“Mış gibi”nin ekonomisi bile vardır. Reklamlar bize mutluluk satar, markalar bize kimlik verir. İnsan, artık kendi kimliğini satın alır. Parfümle özgüven, arabayla statü, telefonla saygınlık satın alınır. Bu, “kendinmiş gibi yapmanın” bile ötesindedir — artık “daha iyi biriymiş gibi” yaşamak çağındayız.

Ama insanın içindeki boşluk, satın alınan hiçbir şeyle dolmaz. Çünkü “mış gibi”nin en büyük düşmanı samimiyettir. Samimiyet, yavaşlık ister; oysa çağımız hız çağında. Hız, duyguyu öldürür. Hızlı yaşamak, hissetmeden geçmektir. İnsan, artık duygularını bile hızlı tüketiyor. Seviyor, sıkılıyor, unutuyor. Bir film izler gibi, bir hikâyenin içinden geçip gidiyor.

Oysa hayat, bir hikâye değil, bir gerçektir. Gerçek, bütün kusurlarıyla sevilmeyi bekler. Fakat insan, gerçeği beğenmez. Photoshop’la, filtreyle, süslemeyle yaşar. Ve sonra kendi gerçeğini çirkin bulur. Bu, “mış gibi”nin en acı ironisidir: İnsan, kendine tahammül edemez hale gelir.

Yine de arada bir şey olur. Bir dost, bir kitap, bir şarkı ya da bir sessizlik insanı dürter. “Gerçekten böyle mi yaşamak istiyorum?” diye düşündürür. İşte o an, bütün yalanlar titrer. Çünkü insanın içinde hâlâ bir kıvılcım vardır. Ve o kıvılcım, “mış gibi”nin en büyük düşmanıdır.

Bu yüzden bazı insanlar “mış gibi” yapmayı bırakır. Onlar toplumun düzenini bozar. Çünkü gerçeği dile getirmek, dengeleri sarsar. Ama dünya hep bu insanlar sayesinde ilerlemiştir. Newton, Einstein, Beethoven, Rosa Parks, Mandela… Onlar herkesin sustuğu yerde konuşmuş, herkesin uyuduğu yerde uyanık kalmışlardır. Onlar, “mış gibi” yapmanın zincirini kırmışlardır.

Bir toplumda herkes “mış gibi” yaptığında, en büyük yalan “normal” adını alır. İnsanlar artık yalan söylediklerinin farkında bile değildir. Ve işte o zaman tehlike başlar. Çünkü farkındalık olmadan değişim olmaz. Farkına varmak, ilk devrimdir.

Her insanın içinde bir sahne vardır. Kimi bu sahnede ömür boyu oynar, kimi perdesini kendi kapatır. Gerçekten yaşamak, sahneden inmeyi göze almaktır. Çünkü hayat alkış istemez. Hayat, sessizlikte yaşanır. Gerçek, seyircisiz bir anın içinde saklıdır.

İnsan bazen öyle bir ana gelir ki, artık kimseyi değil, kendini kandıramaz. “Mış gibi” yapmanın bütün perdeleri bir bir yırtılır. O sahte tebessümler, zorla gülümsemeler, başkalarının beklentilerine göre biçimlenmiş davranışlar bir anda anlamsızlaşır. Çünkü insan en çok kendine yalan söyler. Ve bu yalan, hiçbir toplumsal sistemin, hiçbir ideolojinin insanı esir aldığı kadar güçlü bir zincirdir. Bir gün o zincir kırıldığında, insan ilk kez kendi sesini duyar. O ses bazen korkutucudur, bazen huzur vericidir ama mutlaka gerçektir.

Gerçekle tanışmak kolay değildir. Çünkü insan, topluma karışarak büyür; aileden, okuldan, işten, inançtan, devletten öğrenir nasıl “olması gerektiğini.” Olması gerektiği gibi davranmakla, olduğu gibi yaşamak arasındaki o ince çizgide, çoğu zaman kendini kaybeder. Tarihte nice filozof, bu çizginin kenarında yaşamış, bazen toplumun dışına itilmiş, bazen de kahraman ilan edilmiştir. Sokrates zehri içerken de, Galilei yıldızlara bakarken de, hepsi “mış gibi yapmayı” reddettikleri için cezalandırılmışlardı. Ama insanlık onların “gerçek” olma cesaretiyle büyüdü.

Bugünün dünyasında da aynı hikâye sürüyor aslında. İnsan hâlâ maskeler takıyor; sadece biçimi değişti. Sosyal medya profilleri, politik doğrular, tüketim alışkanlıkları — hepsi yeni birer kostüm gibi. Modern insan, kendini var etmek için değil, görünmek için yaşıyor. Görüntünün gölgesinde kalan bir varoluş bu. Oysa görünür olmak, var olmak demek değildir. Bir fotoğrafın içinde gülümseyen biri, o an ruhunun en derin yerinde ağlıyor olabilir. Toplum da bunu bilir ama bilmezden gelir; çünkü herkes aynı oyunun içinde, herkes aynı sahnede rol alır.

Yalnız kalmak, bu oyundan çıkmanın ilk adımıdır. Yalnızlık, çoğu kez bir cezaymış gibi anlatılır ama belki de en büyük özgürlüktür. Çünkü yalnız kaldığında insan, artık kimseye bir şey kanıtlamak zorunda değildir. O zaman düşünür, o zaman sorgular. “Gerçekten ne istiyorum?” diye sorar. Bu soru, çağların en tehlikeli sorusudur. Çünkü cevabı, insanı başkaldırmaya götürebilir. Yalnız kalabilen insan, “mış gibi” yapmaktan vazgeçendir.

Bir toplumun sağlığı, bireylerinin ne kadar dürüst yaşadığıyla ölçülür. Dürüstlük sadece başkasına değil, kendine karşı da sorumluluk gerektirir. Osmanlı döneminde bir esnaf, malını satarken terazinin ayarını bozmazdı; çünkü bilirlerdi, hileli tartı sadece müşteriyi değil, kendi vicdanını da eksiltir. Bugün ise teraziler elektronik ama adalet duygusu zayıf. İnsan kendi iç terazisini kaybedince, en mükemmel sistemler bile işe yaramaz.

“Mış gibi” yaşam, insanı içten çürütür. Çünkü insan ruhu, sahicilikle beslenir. Bir tohumun güneş ve suya ihtiyacı olduğu gibi, insanın da hakikate ihtiyacı vardır. Yalanla büyüyen bir yaşam, bir gün mutlaka solup gider. Bu yüzden bazı insanlar, bir sabah her şeyi bırakır. İşini, evini, ilişkilerini... Çünkü artık rol yapamaz hale gelmiştir. Bu bir delilik değildir, bir uyanıştır. Her uyanış biraz sancılıdır ama her sancı, yeni bir doğumun habercisidir.

Toplum, “mış gibi” yaşayanları ödüllendirir; çünkü düzenin devamı için buna ihtiyacı vardır. Gerçeği söyleyenlerse çoğu zaman yalnız kalır. Ama tarih boyunca, dünyayı değiştirenler hep o yalnız kalanlardır. Çünkü onlar, kalabalıkların sessizliğini değil, vicdanın fısıltısını dinlemişlerdir. Bir Galileo, bir Rosa Luxemburg, bir Halide Edip, bir Mandela… Hepsi gerçeğin tarafını seçtikleri için “tehlikeli” sayılmışlardır. Oysa onların cesareti, bugün özgürce konuşabildiğimiz her kelimenin temelidir.

Sonunda insan anlar ki, “mış gibi” yaşamak aslında ölmektir. Gerçekle yüzleşmekse yaşamın ta kendisidir. Herkes bir gün kendi aynasına bakar. Kimisi o aynada gülümseyen bir yabancı görür, kimisi ise uzun zamandır kaybolmuş kendisini. Gerçek, orada başlar. Ne kadar kaçarsak kaçalım, sonunda insan kendi gerçeğine döner. Ve o an, yıllardır oynadığı bütün rolleri bir kenara bırakır.

İşte o zaman, yalnızlık artık bir korku değil, bir dost olur. Çünkü insan, nihayet kendiyle baş başadır. Dışarıdaki dünyanın sesleri azaldıkça, içindeki dünya büyür. O dünyanın içinde umut da vardır, acı da, ama her şey gerçektir. Ve gerçek, her zaman özgürleştirir. Bir gün, “mış gibi” yapmadan, gerçekten güldüğünde, gerçekten sevdiğinde, gerçekten ağladığında — işte o zaman insan yaşamış olur. Çünkü hakikat, insana en çok yakışan elbisedir.

Bu yazıyı kaleme almamda çok değerli dostum Sayın Zerrin Yanar'ın katkısını söylemeden geçemeyeceğim. Çünkü bu yazı , kendisiyle yaptığımız hayata dair derin sohbet ve düşünce fırtınalarından dogan bir konu ve yazıydı. Bu vesile ile bana kattıkları için güzel düşünce ve sohbetiyle her zaman bana hayata dair bana pencere açtığı için kendisine buradan bir kez daha teşekkürlerimi iletiyorum.

ERGİN ERSÖZ