ERGİN ERSÖZ YAZDI : "EMPATİ MÜZESİNDE BİR GEZİ’’


EMPATİ MÜZESİNDE BİR GEZİ
Bir gün Dolmabahçe Sarayı’nın boş koridorlarında yürüyen bir çocuk, Atatürk’ün çalışma odasına girdiğinde yerde bir kalem bulur. Kalem suskun ama dokunulmuş gibidir. Empati, belki de başkasının elinden düşmüş bir kalemi yerden kaldırmaktır. Bir ses, bir iz, bir dokunuş... ama sahiplenmeden. İnsan, başkasının kalbine girmek ister ama çoğu zaman kapıyı değil tokmağı okşar. Empati, bir tokmağa dokunmak mıdır yoksa eşiğin üstünde durmak mı?
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethettiğinde Ayasofya’nın duvarlarında yıllarca dua etmiş Bizans çocuklarının çizimlerine dokunmamıştı. Bir çizgiye dokunmamak bazen bir kalbe dokunmaktan daha derindir. Empati, bir duvarı yıkmak değil, onun yasını tutmak olabilir. İnsan, çoğu zaman acıyı anlamak için sorular sorar, ama empati cevap aramaz—orada kalır.
Bir tren istasyonunda unutulan bavul, belki de empatinin en sade halidir. İçinde başka hayatlar, başka hikâyeler vardır ama biz sadece çantasına bakarız. Empati, o çantanın ağırlığını hissetmekten geçer. Nazım Hikmet'in Moskova'da bir parkta otururken yazdığı dizeler, memleketinden ayrı bir kalbe dokunuşudur. Kelimeler misafir olur bazen, sahibiyle birlikte değil ama sahibinin anısıyla yaşar.
Empati, başkasının kalbinde kısa bir yürüyüş yapmaktır; ayakkabıları çıkarmadan. Her kalp, başka bir şehrin kaldırımı gibidir; bazısı taşlı, bazısı ıslak. O kaldırımlarda yürümek, ayak izi bırakmamakla mümkün olur. İstanbul’daki Karaköy Vapuru’na binip bir sabah yalnızca yüzleri izlemek… işte empati burada başlar. Yüzleri sahiplenmeden, duyguları kiralamadan.
Mimar Sinan’ın yaptığı köprüler sadece nehirleri değil, duyguları da birbirine bağlar. Empati, böyle bir köprüdür; altında su değil, acı akar. Su akarsa arınır, ama acı aktığında yankı kalır. Yankı, başkasının sesiyle konuşmaktır. Bir çocuk, annesinin ağladığı sesi sadece duyar ama nedenini anlamaz. İşte empati bu noktada doğar: anlamadan yanında durmak.
Yere düşen bir kitap, zamanla kenarları buruşur ama içeriği değişmez. Empati de böyledir; şekli bozulabilir ama özü hep aynıdır. Bir müze gezisinde, vitrindeki bir mektuba göz takılır. Mektup, meçhul bir askere yazılmıştır ama satırlarında herkes vardır. Empati, o satırların içine düşmektir. Ama çıkmadan önce duygunun müsaadesini istemektir.
Her insan, bir saat gibidir; tik takları acının ritmini taşır. Empati, o ritmi dinlemek ama kurmamak demektir. Başkasının zamanına müdahale etmeden orada bulunmak. Empati, takvimde bir gün değil; o günün duygusu olabilir. Ve belki de, bir parkta unutulan oyuncak ayı kadar sessiz ama anlamlıdır.
Kuleli Askerî Lisesi’nden bir öğrenci, 1914’te yazdığı mektupta “Annemin gözlerini özlüyorum, ama savaşın gözleri çok daha büyük” demişti. O mektup, bir kalbin başkasına misafir olmak istediği yerdi; ama savaş kiralayanların sahnesiydi. Empati, savaşların kenarına bırakılan gözlük gibidir—giyilmediği sürece sadece camdır. Şair Attilâ İlhan, “Ben sana mecburum” derken bir kalbin başka bir kalbin içinde yankılanmasını anlatıyordu. Mecburiyet değil, birlikte acıma sanatıdır empati.
Galata’daki eski bir saatçi, zamana empatiyle yaklaşırmış; her saat tamirinde sahibine sorarmış: “Bu saati kiminle yaşadınız?” Çünkü saat, duyguların ritmidir. Empati de zamanı anlamadan kurulmaz. Florence Nightingale, Kırım Savaşı’nda hemşirelik yaparken tek yaptığı şey pansuman değildi; hastaların hikâyelerini dinlerken zamanın acısını susturuyordu. Empati, bir pansuman değil, bir dinleyiştir.
Osman Hamdi Bey, “Kaplumbağa Terbiyecisi”ni çizerken yalnızlığa değil anlayışa dikkat çekmişti. Çünkü anlayış, yalnızlıktan geçer ama empati yalnızlığa eşlik eder. Kaplumbağalar gibi duygular da yavaş ilerler; empati ise sabırdır. Yunan mitolojisinde Prometheus, insanlara ateşi vermek için tanrıların öfkesini göze aldı; çünkü acıyı paylaşmak risk gerektirir. Empati, tanrılara karşı duyulan sessiz bir başkaldırıdır.
Anne Frank’in günlüğünde “Biri sesimi duyar mı?” sorusu var. Empati, o sesi duymadan, onu anlama cesaretidir. Yahudi bir çocuğun bir dolaba saklanmış yalnızlığını anlamak, sadece tarihe tanıklık değil; tarihin duygusuna misafir olmaktır. Empati, tarihsel bir dürtü değil; tarihsel bir yankıdır. Rosa Parks bir koltuğa oturduğunda değil, sustuğunda empatiyi başlattı. Çünkü empati, sessizliğin duyulduğu andır.
Çanakkale’de askerler düşmanıyla karşı karşıya geldiğinde, kanın değil duygunun aktığı bir an olmuştu. Avustralyalı bir asker, bir Türk askerine su verirken kendini düşman değil, insan gibi hissetmişti. Empati, savaşın ortasında bile bir bardak sudur. Victor Hugo, “İnsan kalbi bir orkestradır, ama çoğu zaman tek enstrümanla çalınır” demişti. Empati, diğer enstrümanı duymak için susmayı bilen bir müzisyendir.
Van Gogh, kulağını kesmeden önce en çok susmuştu. O suskunluk, empati eksikliğinin yankısıydı. Empati bir ressamın paleti değil; fırçasının titrediği an olabilir. Dostoyevski, Raskolnikov’u Sonia’yla konuşturduğunda bir suçun değil, bir acının karşısında eğilen duyguyu tarif ediyordu. Empati, suçun karşısında değil, suçla birlikte insanın karşısında durur.
Her okul çantasında unutulmuş bir kalem vardır. O kalem, bir öğrencinin hayaliydi belki de. Öğretmen, o kalemi geri verirken sadece nesneyi değil bir umudu teslim etmiş olur. Empati, bir kalemi sahiplenmemek, onu sahibine sessizce iade etmektir. Halide Edib Adıvar, Kurtuluş Savaşı’nda silah değil kalemiyle sözcük taşıdı. Sözcükler empati kuran bir zihnin cephanesidir.
Empati, bazen bir sinema perdesi olur. Charlie Chaplin’in “Modern Times” filminde gözyaşlarımız gülüşümüze karışır. Chaplin, makinelerle boğulan insanın duygusunu anlatırken empatiyi gülmekle ördü. Gülüşler, duyguların hafifliği değil, ciddiyetinin başka anlatımı olabilir. Empati, bir kahkaha ile bir çığlık arasındaki boşluğa yerleşir.
Bebeklerin ilk oyuncakları çoğu zaman bir pelüş hayvandır. O oyuncak, duygularla konuşur. Anne, bebeği susturamadığında oyuncak devreye girer. Empati, bazen bir oyuncak olur; ama sesi yok, yalnızca dokunuşu vardır. Ziya Gökalp bir milletin vicdanını araştırırken önce onun duygusal bağlarını sorguladı. Empati, toplumsal bir bağ değil; bireyin bilinçaltındaki köprüdür.
Edward Hopper’ın “Nighthawks” tablosunda insanlar yalnızdır ama yan yana otururlar. Empati, aynı mekânda olmak değil; aynı suskunluğun içinde yankılanmaktır. Orhan Veli “Beni bu güzel havalar mahvetti” derken aslında havaya değil, duygusuzluğa eleştiri getiriyordu. Empati, havayı değil, o havanın içindeki eksikliği hisseden bir akıldır.
Kırık bir saat, zamanı anlatmaz ama zamanı düşündürür. Empati de böyledir; işlevi değil, varlığı duyguları tetikler. Mevlânâ, “Sen düşünceden ibaretsin” derken, empatiyi düşüncenin nabzı olarak tanımlamış olabilir. Kimin düşüncesinde yer alırsak, onun acısına da misafir oluruz.
Hiroşima’ya atılan bomba bir kenti yok etti ama bir çocuğun bisikletini de aldı. O bisiklet, empati için bir simgedir; çünkü yok olan sadece şehir değil, çocukluğun sesi olmuştur. Empati, büyük olayları değil, küçük izleri takip eder. Kafka “Beni anlamayın, yanımda durun” dediğinde empatiyi tanımlıyordu. Yanında durmak; açıklamadan, çözmeden, değiştirmeden.
Kaz Dağları’nda bir çobanın yalnızlığı, kentlerdeki kalabalıktan daha empatik olabilir. Çünkü empati sayılarda değil, duygunun yoğunluğundadır. Mona Lisa’nın gülümsemesinin hâlâ çözülememesi, empatiyle ilgili olabilir. Belki de onun gülümsemesi bize bir duygu değil, bir soru sormaktadır. Empati, cevabı olmayan sorularla büyür.
Bir tıp öğrencisi, kadavranın önünde ilk kez gözyaşı döktüğünde empati öğrenmiştir; çünkü ölüye saygı, hayata saygıdır. Florence Nightingale hastane defterlerine hastaların duygularını da yazmıştı. Empati, tıbbi bilgi değil; duygu kaydıdır. Kars’ta bir tren garı vardır, kimse inmez ama tren hep gelir. Empati, iniş değil, geliş bekleyişidir.
Nazım Hikmet’in Moskova’da yürürken cebindeki kuru ekmeğe sarılması, açlık değil yoksunluğa empatiydi. Çünkü açlık bedeni, yoksunluk ruhu acıtır. Empati, ruhun kırıldığı yerden bakabilmektir. Hiçbir duyguyu sahiplenmeden, hepsine misafir olmak.
Topkapı Sarayı’ndaki harem odasında bir mendil vardır; kime ait olduğu bilinmez ama üzerinde işlenmiş bir gül motifi vardır. Empati, o mendili tutmadan dokunabilmektir. Her gülün dikeni vardır ama bazı dikenler acıtmaz; çünkü onlar anlamak için vardır. Empati, acıyı anlamak değil, acının anlamına eşlik etmektir. Misafirlik, mendili geri bırakmaktır; kiralama ise onun desenini değiştirmek.
Bir Anadolu köyünde soba başında unutulmuş bir çaydanlık, yıllarca konuşulmaz ama oradadır. Duygunun suskunluğu, empatinin özüdür. Empati, çayın değil, buharın hâlidir; görünmez ama dokunur. Duygu, bir çay gibi demlenir; empati ise o çayın altını kısabilmektir. Sıcaklığı kontrol etmek değil, sıcaklığın yanına oturmak.
Albert Schweitzer, Afrika’da hastalara bakarken bir cümle kurar: “Ben onların acısını azaltmadım ama yalnızlıklarını paylaştım.” Empati, bir ilaç değil; eşliktir. Hasta odalarında sessizce bekleyen sandalyeler gibi… Empati, bazen hiç oturulmayan ama hep var olan bir sandalyedir. Sessizlik, duygunun yankısıdır.
Empati, bir duvarın ardında çalmayan bir müziktir. İşitilmez ama hissedilir. Beethoven müziğini duymazken yazdıysa, biz empatiyi görmeden yaşayabiliriz. Görmemek değil; hissetmek. Empati, göz değil nabızdır. Ve her nabız bir ritim değil, bir cevap arar.
Bir tren yolculuğunda, kompartımanında yalnız kalan bir adam, pencereden baktığında ağlayan bir çocuğu görür. Adam hiçbir şey yapmaz; ama o an, çocuğun yalnızlığı iki kişilik olur. Empati, hareket değil; genişliktir. Duyguyu ikiye bölmeden, onunla genişlemektir.
Empati, bir müze vitrininde duran eski bir gözlük gibidir; takılmaz ama geçmişi gösterir. Winston Churchill, “En büyük savaş, insanın duygularıyla olan savaşıdır” demişti. Empati, o savaştan kaçmamaktır. Duygular asker değil; izleyicidir. Empati, izleyeni duygulandırmaktır.
Pablo Neruda, kalemin ucu kırıldığında yazmaktan vazgeçmemişti. Çünkü kelimeler empatiyle yeniden şekil alır. Yazmak bir eylem değildir; duyguların yürüyüşüdür. Her yazı bir kalbin uzantısıysa, empati o uzantıya gölge değil, ışık olur. Gölge susar; ışık anlatır.
Empati, bir kameranın objektifidir; netlik değil, derinlik ayarıdır. Bir filmde ağlarken, aslında sahneye değil, kendi geçmişimize dokunuruz. Dokunmak değil, hatırlamaktır. Empati, hatırın duygusudur.
Nazım’ın bir mektubunun kenarında yazılı bir kelime vardı: “Beklemek.” Empati, beklemektir ama çağırmadan. Her kalbin sesi farklıysa, empati sessizlikteki nota olabilir. Müzik susunca empati başlar. Ve perde indiğinde, sahnede kalan sadece duygudur.
ERGİN ERSÖZ