ERGİN ERSÖZ YAZDI : "KÖPÜĞÜNDE SÜKÛNET TELVESİNDE SIR’’


KÖPÜĞÜNDE SÜKÛNET TELVESİNDE SIR
Bir fincan kahve, bazen bir ömrün özetidir. Köpüğünde saklı sırlar, telvesinde kalmış kader kırıntıları vardır. Türk kahvesi, sadece bir içecek değil, zamanın süzgecinden geçmiş bir kültürdür. İlk yudumda, geçmişin yankısı duyulur. İkinci yudumda, suskunluklar konuşur. Üçüncüdeyse, tarihin ta kendisi ağızda kalır. Bir kahve, sadece damağı değil, belleği de uyandırır. Anadolu’da kahve, sohbetin bahanesi değil, ta kendisidir.
Osmanlı saraylarında kahve, protokol kadar önemlidir. Kanuni Sultan Süleyman’ın kahveye verdiği önem, sadece lezzetiyle değil, temsil ettiği anlamla da ilgilidir. Haremde kahveci usta olmak, ince bir sanatla mümkündü. Kahve, sadeliği içinde derinlik taşıyan bir gelenektir. Her pişiriş bir ritüeldir. Bakır cezve, ocak, taze çekilmiş kahve… Bunlar bir araya geldiğinde, zaman yavaşlar.
Kahve fincanında tarih saklıdır. Lale Devri’nde sunulan bir kahve, barışın sembolü olmuştur. 18. yüzyılda Paris’e taşınan Türk kahvesi, Batı’nın Doğu’ya hayranlık duymasının bir sebebidir. Kahveyle gelen sadece koku değil, bilgeliğin kokusudur. Kahvehaneler ilim ve edebiyatın meclisi olmuştur.
Katip Çelebi, bir kahvehanede yazdığı eserin arasında, dostuyla paylaştığı kahvenin izlerini bırakmıştır. Mimar Sinan bile bir kahve molasında çizmiştir belki de bir kubbenin ilk taslağını. Kahve, bir bekleyiştir. Telaşsız, sakince geçen birkaç dakikadır. Bu dakikalar, insanın kendine ayırdığı vakittir.
Kahve içmek, suskunluğun sanatıdır. Birlikte içildiğinde dostluk, tek başına içildiğinde tefekkürdür. Telvesiyle konuşulan, fincanıyla susulan bir sırdaş gibidir. Kahve, sessizliğin bile anlam kazandığı anlardır. Kıraathaneler, sadece kahve içilen değil, fikirlerin demlendiği mekânlardır.
Dervişler, sabah namazından sonra içtikleri bir fincan kahveyle güne başlarlardı. Çünkü kahve, hem bedeni hem zihni açardı. Bir kahvenin kırk yıl hatırı olur, çünkü o an unutulmazdır. Zamanla kahve, sadece evlere değil, hikâyelere de konuk oldu.
Bir kız istemeye giderken ikram edilen kahve, sözsüz bir dil konuşur. Acıysa kabuldür, tatlıysa umuttur. Evlerin baş köşesinde cezve her zaman yer bulur. Çünkü kahve, misafiri karşılamanın değil, ağırlamanın sembolüdür.
Kahve içmek bir duraktır. Hayatın hızında bir yavaşlamadır. Her yudum, insanın içine açılan bir kapıdır. Türk kahvesi, sade olmasına rağmen en yoğun duyguyu verir. Çünkü özüyle vardır. Katkısız, filtresiz, kendine sadık bir içecektir.
Evliya Çelebi, seyahatnamesinde kahveyle ilgili övgüler yazmıştı. Çünkü gittiği her yerde kahve, bir tanışmanın, bir anlaşmanın anahtarıydı. Zaten gerçek dostluklar da bir fincan kahveyle başlar.
Osmanlı’da kahve yasaklandığında, halk isyan etti. Çünkü bu yasak, sadece bir içeceği değil, birlikte geçirilen zamanı da elinden alıyordu. Kahve yasaklandıkça daha değerli oldu.
Bugün hâlâ köy evlerinde közde pişen kahvenin kokusu, zamana karşı bir başkaldırıdır. Çünkü kahve, hatıralarla içilir. Çocukken büyüklerin yanında içilen ilk kahve, büyümenin işaretidir.
Türk kahvesi, gelenektir ama aynı zamanda bir duruştur. Bir kahve içmek, geçmişe selam vermektir. Her fincan, insanın içine döndüğü kısa bir yolculuktur. Bu yüzden kahve içmek, aynı zamanda susmayı da öğrenmektir.
Ve bazen bir fincan kahve, söylenmemiş her şeyin yerine geçer.
Bir fincan kahve, sadece bugünü değil, geçmişin aynasını da taşır sofralara. Onun telvesinde yalnızca geleceği değil, geçmişin hatıralarını da okuruz. Türk kahvesi, savaşların gölgesinde, barışların ucunda pişmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda cephede kahve kalmayınca kavrulmuş arpa, kahve niyetine içildi. Ama yine de fincanlar boş kalmadı.
II. Abdülhamid, sabah kahvesini mutlaka yalnız içerdi; çünkü kahveyle gelen düşünceler, kalabalıkla bozulurdu. Kimi vezirler, sabah divan toplantısından önceki kahve saatinde kararlarını şekillendirirdi. Bu yüzden kahve, sadece keyif değil, siyasetin de bir parçasıydı.
Kahvehaneye giden biri sadece içmeye değil, dinlemeye, öğrenmeye giderdi. Şairlerin mısraları bu mekânlarda yankılanır, meddahlar hikâyelerini burada anlatırdı. Hatta bir dönem, kahvehaneler aynı zamanda kütüphane gibi işlev görürdü. Raflarda kitaplar, masalarda kahveler…
16. yüzyılda İstanbul’a gelen ilk kahve çekirdekleri Yemen’den getirilmişti. Yemen Valisi Özdemir Paşa, bu tadı saraya taşımıştı. O gün bugündür kahve, sadece içecek değil, gelenek oldu.
Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa'nın kahvesini kimseye hazırlatmadığı, sadece bir usta kahveciye güvendiği anlatılır. Çünkü kahve, mahrem bir ikrardı.
Kahve falı, sadece bir eğlence değil, aslında bir iletişim yoluydu. Kadınlar kahvenin telvesinde dertlerini anlatır, fal bakan kişi ise duyguları tercüme ederdi.
Bazı kahve fincanları, sadece evlerde değil, diplomatik görüşmelerde de kullanıldı. Yabancı elçilere sunulan kahvenin köpüğü, Osmanlı’nın zarafetini temsil ederdi.
Avusturya’da açılan ilk kahvehane, II. Viyana Kuşatması’ndan sonra Osmanlı’dan kalan kahve çuvallarıyla kurulmuştu. Yani Avrupa’nın kahveyle tanışması bile bizim hikâyemizdi.
Türk kahvesinin yanında ikram edilen lokum ya da su, sadece ikram değil, semboldü. Su, misafirin aç olup olmadığını anlamak için sunulurdu.
Kahve, sabrın sınavıdır. Yavaş yavaş pişer, aceleye gelmez. Sabırla pişen her kahve, sohbetin de ağırbaşlı olacağını müjdeler.
Kahve cezvesi bakırdan olurdu çünkü bakır, ateşi usulca iletir. Bir ustanın elinden çıkan cezve, tıpkı bir ney gibi, içine sabrı da katar.
Kahve kokusu, bayram sabahlarının hatırasıdır. Yeni elbiseler, şeker tabakları ve bir köşede köpüklü bir kahve… Her bayram, bu kokuyla başlardı.
Anadolu’da kahve, komşuluk demektir. Yan binadan gelen kahve kokusu, “gel bir kahve içelim” davetidir aslında.
Kahve içmek için bahane aranmaz. Ama içmemek için sebep gerekebilir. Çünkü reddedilen bir kahve, bazen bir kırgınlıktır.
Bazı ailelerde kahve saatleri kutsaldır. Günün o vaktinde kimse evde olmazsa bile, bir cezve yine de ocakta yerini alır.
Kahve, kaybolan bir zamanın sessiz tanığıdır. Bir annenin elinden gelen kahve, sadece sıcaktır; çünkü sevgiyle pişmiştir.
Dedeler, kahvelerini sessizce içerdi. Konuşmadan, sadece gözleriyle anlatırlardı her şeyi. O yüzden bazen kahve içilirken sessizlik konuşur.
Yahya Kemal’in kahve eşliğinde yazdığı şiirlerin çoğu, mevsimleri kahveyle anlatır. Kış kahvesi başka kokar, yaz kahvesi başka demlenir.
Kahve tepsisiyle yürüyen genç bir kızın narinliği, Anadolu efsanelerine konu olur. O kahveyle bazen bir gönül kazanılır, bazen bir yolculuk başlar.
Türk kahvesi, sadece sabah ya da akşam değil; hüzünde, neşede, vedada ve karşılamada içilir.
Ev yapımı kahve, bir dostun anlattığı eski anı gibidir; sade, sıcak ve beklenmeden gelen.
Her kahvenin bir hikâyesi vardır. Kiminin sonunda evlilik, kiminin sonunda yalnızlık bekler.
Gelin kaynana arasında sunulan ilk kahve, sadece şekerli mi şekersiz mi meselesi değil, yılların dengesidir.
Kahve kültürü, Anadolu’nun birçok yöresinde farklıdır. Gaziantep’te menengiçle karışır, Mardin’de dibekle öğütülür.
Bazı kahveler unutulmaz. Çünkü o kahvede, bir bakış, bir söz, bir susuş vardır.
Kahve içilen yer kutsaldır. Hatta bazı evlerde kahve içilen köşe ayrıdır. Orası sakinliğin ve sohbetin mekânıdır.
Kahvenin kıvamı, suyun ısısı, pişirme süresi... Bunlar sadece mutfak detayı değildir; sabrın ve özenin göstergesidir.
Osmanlı’da kahve, kadına verilen değerin de bir göstergesiydi. Saray kadınlarının kahve seremonisi, zarafetin ifadesiydi.
Cezveye düşen ilk kahve kokusu, çocukluk anılarını çağırır. Teneffüslerde içilen ilk gizli yudumlar, büyümeye dair işaretlerdir.
Bazı insanlar kahvesiz uyanamaz. Çünkü kahve, zihnin anahtarıdır.
Kahve içmek, geçmişle bugünü buluşturmaktır. Her fincan, geçmişten bugüne gelen bir mektuptur.
Kahvenin sesi yoktur ama kokusu konuşur.
Kahve fincanında bir ömür geçebilir. Sadece bir yudumda bile, bir aşk başlayabilir.
Mevlana kahve içmemiş olabilir, ama “birlikte susmak” dediği şeyi en iyi kahveyle tarif edebilirdik.
Kahve, yalnızken bir dost; dost varken bir aynadır.
İlk kahvesini annesinden içen çocuk, onun tadını ömür boyu arar.
Kahve, yaşlı ellerin hatırladığı en eski tattır.
Kahve bitince susulur. Çünkü kahve sonrası söz değil, bakış konuşur.
Kahve pişerken evdeki herkes o kokuyla sakinleşir.
Kahve, misafirlik değil, ev sahipliği yapmaktır.
Kahveyle gelen misafir, hoş gelir; çünkü kahveyle gelen, gönülle gelir.
Kahve, sabah uyanan günün selamıdır.
Kahve, gün batarken düşüncenin demidir.
Kahve, bir özürdür bazen. Sessizce sunulur.
Kahve, yolculuk öncesi vedadır. “Yolun açık olsun” demeden önce içilir.
Kahve, kalabalıkta yalnızlıktır. Fincanda yankılanan iç sestir.
Kahve, bekleyeni sakinleştirir. Umudu telvesinde taşır.
Kahve, telaşsızlıktır. Modern hayatın tersine, aceleye gelmez.
Ve en çok da kahve, anlamaktır. Karşındakini değil, kendini.
Bir fincan kahve, yalnızca içilmez; onunla zaman yudumlanır.
İnsan, bir kahveyle bazen geçmişini hatırlar, bazen hayal kurar.
İstanbul’un taş sokaklarında, hâlâ eski kahvehanelerin izleri vardır.
Kahve, tarih boyunca konuşmanın bahanesi, susmanın gerekçesi olmuştur.
Her yudum, insanın iç sesine tuttuğu aynadır.
Kahveyle başlayan sohbetler, bazen kitaplara sığmaz.
Bir fincan kahve, bir ömrün özeti olabilir.
Saray mutfağında pişen kahveyle, köy kahvesinde pişen arasında tek fark cezvedir; duygu aynıdır.
Kahve pişirmek, sabrı öğrenmektir.
Kahve içmek, nezaketle yaşamaktır.
Bir gün Kanuni Sultan Süleyman, hasta yatağında kahve istemiş.
Kahve geldiğinde tebessüm etmiş sadece, “Hâlâ dostum burada,” demiş.
Kahve, bir dostun adı olmuştur bazen.
Bir başka gün, Evliya Çelebi, seyahatnamesine bir kahvehane sohbetini not düşmüş.
Çünkü o kahvede, sadece kahve değil, hikâyeler de demlenmişti.
Bugün hâlâ aynı gelenek sürer; kahve içilen yerde söz kıymetlidir.
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır çünkü o kırk yıl, suskunluğu saymaz.
Kahve sunmak, “Seni önemsiyorum” demektir.
Bazıları kahveyi yalnız içer, ama aslında yalnız değildir.
Çünkü kahveyle birlikte geçmiş gelir, anılar gelir, o kişi gelir.
Tarihte nice barış kahveyle başlamıştır.
Bir fincan kahveyle yumuşayan kalpler, savaşı değil, dostluğu seçmiştir.
Kahve masası, kararların alındığı yerdir.
Kahve bahane değildir, kendisi bir vesiledir.
Onun kokusu bile evde bir huzur sebebidir.
Kahve yalnızca damakta kalmaz, ruhu da okşar.
Köpüğü sadakati, dibi sabrı temsil eder.
Bazı kahveler vardır, içtiğin yerde kalmaz, ömrüne siner.
Kahve, zamansız bir misafirdir; ne erken gelir ne geç.
Bir kahveyle büyüyen dostluklar, zamanın en güzel armağanıdır.
Kahve içilirken bazen susulur, bazen anlatılır.
Ama her seferinde bir şey bırakır: ya telvesinde, ya hatırada.
O yüzden kahve, sadece bir içecek değil; bir kültürdür.
Bir bakıma, geçmişin bugüne yazdığı bir mektuptur.
Bu yüzden kahve içilirken acele edilmez.
Çünkü kahve hızlıya değil, derine hitap eder.
Kahveyle hayat yavaşlar, kelimeler yumuşar.
Bir fincan kahveyle, kırgınlıklar hafifler.
Hatta bazen, bir barış kahvesi, savaşlardan daha güçlü olur.
Kahve, zamanın göğsüne yaslanır; o yüzden sıcaktır.
Kahve olmadan bazı cümleler kurulmaz.
Kahve içmeden bazı insanlar tanınmaz.
Kahve olmadan bazı vedalar eksik kalır.
Ve bazen kahve, sadece bir “gel” demektir.
“Gel, anlatma… ama otur karşıma.”
İşte bu yüzden kahve, hâlâ en çok bizi anlatır.
Ne kadar modernleşsek de, kahvesiz bir gönül eksiktir.
Çünkü kahve, sadece damağımızda değil; kültürümüzde, kalbimizdedir.
Ve bir gün, bir köşede kahve içerken hatırlarsak bu satırları,
Bilelim ki o fincanda geçmişin şiiri demleniyordur.
ERGİN ERSÖZ