ERGİN ERSÖZ YAZDI : "ZARFIN İÇİNDEKİ ZAMAN’’

5/28/2025

ZARFIN İÇİNDEKİ ZAMAN

Bir gün bir zarf açarsınız ve içinden geçmiş çıkar. Üstünde solmuş bir pul, damgasında silik bir şehir adı, köşesinde eski bir el yazısı… Bir mektup, sadece sözcüklerden ibaret değildir; o, bir duygunun yolda olmayı seçmiş halidir. Posta kutusuna atılan her mektup, aslında bir kalbin başka bir kalbe doğru attığı adımdır.

Mektuplar birer zaman kapsülüdür. İçine yalnızlık konur, bekleyiş konur, hasret konur. Yazıldığı andan ulaştığı ana kadar geçen her dakika, duygunun pişme süresidir. Bir mektubu yazmak, aslında karşısındaki kişiyi çağırmaktır ama onun gelmesini değil, anlamasını beklemektir.

Bir kâğıda yazılan sözcükler, klavyede yazılanlardan daha ağırdır çünkü kalem, parmakla değil, kalple tutulur. El yazısı, ruhun parmak izidir. Aynı kelimeleri binlerce insan yazabilir ama herkesin “sevgili”si farklı okunur mektuplarda.

Mektuplar, sesin susarak konuştuğu halidir. Kimi zaman kırık bir kalemin ucunda titreyen bir kararsızlık, kimi zaman sevdanın dumanı tüten ilk satırıdır. Duyguların çoğaldığı ama kelimelerin azaldığı bir çağda, mektuplar sabrın çiçek açmış halidir.

Bir mektup, insanın başka bir insana kurduğu en uzun ve en kısa köprüdür. Yolda kaybolan mektuplar vardır; ulaşılamayan, okunamayan, açılmadan çöpe giden… Ama her biri niyetini tamamlar. Yazmak, ulaşmaktan önemlidir bazen.

Posta pulları bu yüzden hayal gücünü taşır. Üzerinde Atatürk olan bir pul, sadece bir resim değildir; gönderilen her zarfa biraz Cumhuriyet, biraz tarih bulaşır. Bazen bir çiçek resmi, bazen eski bir köprü... Her pul, postacının cebinde taşınan bir hikâyedir.

Postacıların omuzlarında şehirlerin ağırlığı vardır. Her mektup bir evi bulur; bazen bir mezar taşının dibine, bazen yıllardır açılmayan bir çekmecenin içine.

Mektuplar, sessizliğin harflerle açılmış çiçekleridir. Zamanla sararır, kenarları yıpranır, ama ruhu hep tazedir. Her mektup, okunmadan önce bile bir hikâye anlatır. Kimi, açılmadan bir ayrılığı haykırır, kimi kokusuyla bir aşkı geri çağırır.

Mektupların tarihini anlatmak, aslında insanların duygularını anlatmaktır. Eski savaş yıllarında yazılan o kısa satırlarda, bir annenin oğluna sarılışı gizlidir. “İyiyim, merak etme,” diye başlayan cümleler, aslında “çok korkuyorum” diye ağlar.

Yanan mektuplar da vardır bu tarihte. Sevgilisine ulaşmasın diye sobada yakılanlar, pişmanlıkla yırtılanlar… Her kül olmuş kâğıt, bir insanın kendine attığı mektuptur.

Bir kadının dantel masa örtüsü arasına sakladığı sarı mektup, hiç yazılmamış bir roman gibidir. Kapalı zarflar, bazen kalbin kilididir. Bir mektubu açmak, sadece içindekileri okumak değildir; o kişiye dokunmak, onun zamanına misafir olmaktır.

Kalemle yazılmış her satırda bir insanın nefesi vardır. Mektuplar, sadece adresi değil, yazanı da taşır. Bu yüzden “sevgili” diye başlayan bir cümle, bin kişiye değil, sadece bir kişiye aittir.

Okunan bir mektup, zamanı durdurur. O an geçmişle bugün arasında bir pencere açılır. Mektubun yazıldığı tarih ile okunduğu tarih arasında bir köprü kurulur. O köprüde yürüyen sadece harfler değil, duygulardır.

Ve her mektup biraz da cevapsızlıktır. Yazılır, gönderilir, beklenir. Ama çoğu zaman o cevap hiç gelmez. Belki de mektubun en acı tarafı budur. Kelimeler ulaşır ama insanlar bazen ulaşamaz birbirine.

Gizli çekmecelerde saklanan mektuplar, insanların iç dünyalarının en dürüst tanıklarıdır. İnsan bazen en büyük itirafını kaleme yazar, çünkü ses bazen cesaret edemez.

Bir çocuk annesine yaptığı ilk çizimi zarfa koyar, bir asker sevdiğine göğsündeki çarpıntıyı. Herkes bir şey ekler mektuba: kimisi bir çiçek kurusu, kimisi bir tel saç, kimisi sadece noktalama işaretlerini...

Her mektubun içinde saklı bir evren vardır. O zarfa yalnız sözcükler değil, gözyaşları, özlemler, kokular, umutlar, pişmanlıklar da girer. Mektup, postaya verilmeden önce bir tören gibidir. Yazanın kendine de yazdığıdır aslında.

Postane sıraları bu yüzden bekleyişin sıralarıdır. İnsan orada yalnız mektubunu değil, duygularını da teslim eder. Geriye yalnızca bir pul, bir mühür, bir yol kalır.
Bir mektubun sadece adresi olmaz; bir mektubun gözleri vardır, geçmişi izler. Kalbi vardır, atan her satırda biraz daha büyür. Hafızası vardır, unutmayan ve unutulmak istemeyen anlardan yapılmıştır. Mektuplar, zamanın sırtına binmiş duygulardır; bazen bir istasyonda unutulur, bazen bir kitap arasında saklanır ama asla kaybolmaz.

Tarihte ilk mektupları kil tabletler taşır. Sümerler, aşklarını çiviyle kazır taşlara. İnsanlık yazmayı öğrendiğinden beri, bir diğerine seslenmeyi arzulamıştır. Mektuplar, bu arzunun en narin biçimidir.

Roma’da gladyatörler savaş öncesi sevdiklerine kısa notlar bırakırdı. “Eğer dönmezsem,” diye başlayan cümleler, aslında hayatla değil, özlemle vedalaşır. Onlar için mektup, son dokunuştu.

Napolyon’un Josephine’e yazdığı mektuplar, zaferlerden daha derin izler bırakmıştır. Çünkü kelimelerin işgal ettiği yer, haritalarda değil, kalplerdedir.

Atatürk’ün annesine yazdığı birkaç satırda, koca bir mücadelenin yorgunluğu vardır. Kâğıtlar yorulmaz ama yazan eller titrer. Mektuplar bu yüzden sadece okunmaz; hissedilir.

Yahya Kemal, Paris’teki günlerinde Türkçenin hasretini mektuplarına döker. Bazı mektuplar memleket gibidir; geri dönülmeyen ama içinden hiç çıkılmayan.

Bir öğretmen öğrencisine, bir anne oğluna, bir kadın sevdiğine, bir mahkûm özgürlüğe… Herkes birilerine yazmak ister ama çoğu zaman yazmaz. Yazılamayan mektuplar, insanın içine sıkışan harflerdir.

Bazı mektuplar hiç gönderilmez. Çekmecelerde bekler, yıllarca sararıp sessizce yıpranır. Gönderilmeyen her mektup, okunmayan bir duadır.

Pul koleksiyonculuğu mektupların hatırasını biriktirmenin başka yoludur. Kimileri için pul bir posta aracı değil, zamana tutulan aynadır.

Mektuplar bazen ülkeleri bile değiştirir. Nazım Hikmet’in cezaevinden yazdığı mektuplar, sadece bir kadına değil, tüm bir millete yazılmış içtenliğin örneğidir.

Frida Kahlo’nun Diego’ya yazdığı mektuplarda aşkın hem çığlığı hem fısıltısı duyulur. Mektuplar bu yüzden yalnız iletişim değil, bir itiraftır.

Bir dönem, genç kızlar mektuplarını kokularla mühürlerdi. O mektuplar daha açılmadan tanınırdı. Parfüm damlası, satırların habercisi olurdu.

İlk aşkını itiraf eden bir çocuğun mektubu, belki de hayatının en cesur eylemidir. Yazarken elleri titrer, yazdıkça kalbi büyür.

Bazı mektuplar mürekkep yerine gözyaşıyla yazılır. Kâğıdı nemlendirir, yazıyı siler ama duyguyu kalınlaştırır.

Zarfın içinde bazen bir bilezik, bir fotoğraf, bir tren bileti olur. Bunlar sözcüklerin eşyalarıdır; hatıralar kâğıda sığmadığında, yanına eşlik eder.

Bir mektubun cümleleri okunduktan sonra dahi yaşamaya devam eder. Hafızada yankı yapar, gece yatağa uzanıldığında kulağa tekrar fısıldanır.

Bazı zarflar açılmaz. İçinde ne yazdığını bilsen bile, okumaya cesaret edemezsin. Çünkü bazı mektuplar, sadece kalbe açılabilir.

Tarihin karanlık dönemlerinde bile mektuplar umut olmuştur. Nazi Almanya’sında anne babalar çocuklarına gizlice oyuncak mektuplar yazardı. Bir oyuncak ayının içindeki harflerle büyüyen çocuklar vardı.

Kayıp mektuplar vardır, tıpkı kayıp çocukluklar gibi. Ne postacı bulur ne adres. Ama bazen kırk yıl sonra bir sandığın içinden çıkar, hiç geç kalmamış gibi okunur.

Sevgililer, mektubu aldıktan sonra defalarca okur. Aynı cümleyi tekrar tekrar, başka başka anlamlar çıkararak. Çünkü mektuplar çok seslidir; her okuyuşta başka duygular anlatır.

Bazı mektuplar son cümlesinden sonra da devam eder. Beyaz boşluklar, söylenemeyen kelimelerle doludur. O boşluk, bazen mektubun en çarpıcı bölümüdür.

Zarfın arkasına çizilmiş küçük bir kalp, koca bir aşkı anlatır. Bazen en sade çizgi, en gürültülü sevdayı taşır.

Mektuplar, sabrın ve vefanın sınandığı yollardır. Onlar e-posta gibi anlık değil, mevsimliktir. Yazılır, gönderilir, unutulur, sonra gelir.
Bir zamanlar postanelerde kuyruğa girilirdi. Elinde zarf olan insanlar, ellerinde hayatlarını taşırlardı. Şimdi sadece paket gönderilir ama mektup yollayanın bakışları farklı olurdu.

Savaş dönemlerinde mektuplar hayat belirtisiydi. “Yaşıyorum” yazan bir satır, bir annenin tüm dünyasını aydınlatırdı.

Yazarlar çoğu kez en dürüst cümlelerini dostlarına yazdığı mektuplarda kurmuştur. Günlüklerinde bile olmayan samimiyet, mektupta açığa çıkar.

Mektup bazen bir veda, bazen bir başlangıç, bazen sadece bir iç dökümdür. Ama hepsinde ortak olan bir şey vardır: içtenlik.
Bir gün postacı kapıyı çaldığında, artık kimse heyecanlanmıyor. Kapının önüne bırakılan kargolar açılmadan kenara konuluyor. Oysa bir zamanlar postacının ayak sesleri, kalbin ritmini değiştirirdi. Çünkü beklenen sadece bir zarf değildi; bir sesin, bir kalbin, bir duygunun taşındığı zamandı.

Telefonlar çıktı, kelimeler hızlandı ama anlam ağırlaştı. Şimdi herkes her an ulaşılabilir ama kimse kimseye dokunamıyor. Mektupların yavaşlığı, içindeki samimiyetin koruyucusuydu. Aceleyle yazılan şeyler çabuk unutulur; mektuplar ise hatırlanmak için yazılır.

Bir mektup açılırken yaşanan o dikkat, o özen, bugünün bildirim seslerinde yok. Zarftaki kat izleri, parmakların titremesi, satırlarda gözlerin dolaşması... Hepsi artık eski filmlerde kalmış bir ritüel gibi.

Ama bazı şeyler zamana direnir. Bir sandıkta, büyük annenin çeyizi arasında bulunan sararmış bir mektup, bir kuşağın suskun hatırasını gün yüzüne çıkarır. O mektupta geçen bir "özledim" kelimesi, belki de bugünün en büyük eksikliğidir.

Mektup yazmak, düşünerek konuşmaktır. Cümleleri tartarak, seçerek, duyguya sadık kalarak kaleme almaktır. Dijital çağın hızında bu yavaşlık bir fazlalık gibi görünür ama aslında en insani olan da budur.

Bugün e-postalar, mesajlar, kısa notlar var. Ama içlerinde duygunun el izi yok. Oysa mektup, bir el yazısıdır; harflerin arasında yazanın ruhu gezinir. O satırlarda nefes alır, umut eder, bekler.

Bazı mektuplar kaybolur ama duygusu asla yitmez. Aradan yıllar geçse bile, bir satır yeniden okunduğunda, kalpteki kapı aynı yere açılır. Hafıza bizi kandırsa da mektuplar kandırmaz. Ne yazıldıysa oradadır, olduğu gibi, eğilip bükülmeden.

Bir zarfın içine iliştirilen kurumuş bir çiçek, yalnızca bir süs değil, bir mevsimin hatırasıdır. O çiçekle birlikte, gönderildiği günün havası, sesi, kokusu da taşınır. Mektuplar, anıları sadece kelimelerle değil, eşyalarla da taşır.

Bugün belki kimse mektup yazmıyor ama bazı kelimeler hâlâ mektup gibi yazılıyor. Bir şiirin son dizesi, bir romanın ilk cümlesi, bir şarkının nakaratı... Hepsi bir yere varmak için değil, bir yerden çıkmak için yazılıyor.

Çünkü mektuplar da aslında bir sığınaktır. Gönderici yazar ama alıcı da korunur. Çünkü içinde kendine ait bir parçayı bulur. Bu, her iletişim biçiminde olmayan bir bağdır.

Çocukken yazdığımız mektupları şimdi okusak ne kadar saf ne kadar içten olduğumuzu görürüz. O mektuplar büyümemizin aynasıdır.

Bazen bir müzede, cam vitrin arkasında sergilenen tarihi bir mektuba bakarız. Napolyon’un, Atatürk’ün, bir şairin el yazısıyla dolu o kâğıt, geçmişin sıcak nefesini bugüne taşır. Çünkü mektup sadece bir yazı değil, bir zaman makinesidir.

Posta kutuları artık reklam broşürleriyle dolu ama bir zamanlar orada kader beklenirdi. Beklenen bir cevap, bir özür, bir itiraf ya da bir ilan... Hepsi küçük bir demir kapağın arkasına sıkışırdı.

Her mektup yazıldıktan sonra bir sessizlik olur. Gönderildikten sonra yazan kişi, içinde bir eksiklik hisseder. Çünkü artık duygusu dışarıdadır. Bu eksiklik aslında teslimiyetin bir türüdür.

Mektuplar geri dönebilir. Adres bulunamazsa, pul eksikse, alıcı taşınmışsa... Ama duygular asla geri dönmez. Onlar yola çıktı mı, kalacak bir yer bulur.

Şimdilerde mektup yazan çocuklara rastlamak zor. Ama bir öğretmen öğrencilerine mektup yazdırıyorsa, sadece harfleri değil, duyguları da öğretiyordur.

Bir mektubu yüksek sesle okumak hem yazanı hem okuyanı görünür kılar. Cümleler dile geldikçe, gözler birbirine bakar. Bu, dijital dünyanın sunamayacağı bir yüzleşmedir.

Mektuplar çoğu zaman bireysel gibi görünse de aslında toplumsal hafızadır. Çünkü onların içinden bir dönemin ruhu geçer.

Bazen hayatını mektuplarla anlatan insanlar çıkar karşımıza. Kitaplaşmış mektuplar, yalnızca edebiyat değil, bir dönemin ruhunu da taşır.

Sunay Akın der ki, bazen bir oyuncak sadece oyuncak değildir; bir tarih, bir anı, bir kişilik taşır. Aynı şekilde, bir mektup da sadece bir kâğıt değildir; bir dünya taşır.

Bugün hala kalemle yazılmış bir zarfa rastlarsan, dikkatlice aç. İçinden çıkacak cümle, belki de unuttuğun bir duygunu hatırlatacaktır.

Çünkü mektuplar sadece geçmişi anlatmaz; geleceğe de yazılır. Belki açılmayan bir zarf, senin yıllar sonra alacağın en gerçek cevaptır.
Ve böylece… Mektuplar bittiğinde değil, okundukça yazılmaya devam eder. Kalpten çıkıp kâğıda düşen her kelime, bir başka ruhu bulduğunda yeniden canlanır.

İşte bu yüzden, bir mektup asla bitmez.

ERGİN ERSÖZ