ERGİN ERSÖZ YAZDI : "BYE BYE TÜRKÇE "


BYE BYE TÜRKÇE
Türkçe, sokak lambalarının altında unutulmuş bir defter gibi her geçen gün biraz daha sayfası yıpranan bir dil oldu artık, çünkü kelimelerin omuzlarına yüklediğimiz anlamlar eskisi kadar dikkatle taşınmıyor.
Gençlerin dilinde dolaşan kısaltmalar, harflerden süzülüp gelen aceleci bir nefes gibi, kelimelerin sabrını zorluyor.
Bir zamanlar mektupların içine saklanan kelimeler, şimdi telefon ekranlarında üç saniyede tüketilen birer bildirime dönüştü.
Dillerin kaderi bazen bir oyuncak gibi olur; yanlış ellere düşünce kırılır, doğru ellere geçince kök salar.
Türkiye’nin büyük şehirlerinde yürürken, vitrinlerde asılı yabancı kelimelerin gölgesi kaplıyor kaldırımları.
Sanki her dükkân bir kimlik değişimine zorlanıyor ve Türkçe bu dönüşümde biraz daha kenara itiliyor.
Bir zamanlar Nasrettin Hoca’nın fıkralarına can veren kelimeler, bugün sosyal medyanın hızında yorulmuş gibi nefes nefese kalıyor.
Gençler “kanka naber” derken bir zamanlar “halin keyfin nasıldır” diyen bir medeniyetin torunları olduklarını unutuyor.
Kelimenin ucundan düşen bir harf bile bazen bir kuşağın düşünme biçimini değiştirecek kadar güçlüdür.
Bir tabelaya yazılan yabancı bir kelime, bir mahallenin belleğini hafifçe sarsacak kadar etkilidir.
Dil, bir ülkenin görünmeyen kalbidir ve kalbin ritmi bozulursa tarih de kültür de telaşlanır.
Bir dil, yanlış kullanıldıkça değil, anlamı hiçe sayıldıkça yıpranır.
Bugün gençler “brb” diye mesaj atıyor ama “birazdan dönerim” demenin sabrını gösteremiyor.
Türkçe, sabah güneşi gibi bir dildir; yavaşça doğar, ama bir doğdu mu insanın içini ısıtır.
Şimdi ise güneş bulutların ardında kalmış gibi, parlaklığı yabancı kelimelerin gölgesine sığınmış durumda.
Kültürel bir miras, nesilden nesile kelimeler aracılığıyla taşınır, yoksa hiçbir hikâye yolculuğunu tamamlayamaz.
Bir ülkenin en büyük hazinesi, bankalarda değil sözlüklerde saklıdır.
Sözlüklerden eksilen bir kelime, sandıktan çalınmış bir mücevher kadar değerlidir.
Bugün gençlerin “lol” diyerek güldüğü yerde bir zamanlar “kahkaha” vardı ve o kelime kahvenin kokusunu bile hatırlatırdı.
Türkçe, kelimeleriyle değil hissettirdikleriyle büyüktür ve hisler aceleci çağlarda kolayca kaybolur.
Konservatuvar öğrencilerinin doğru nota arayışı gibi, dil de doğru kelimeyi arar; yanlış kelime dilin müziğini bozar.
Her dil, içinde bir çocuk taşır; yanlış kullanıldığında büyümeyi reddeder.
Kelimelerin kökleri toprakla değil tarihle beslenir, ama tarih unutulursa kelime de kurur.
Yabancı kelimeler bazen misafir olur, bazen işgalci; dil ise ev sahibidir ve ev sahibi kapıyı kime açtığını bilmelidir.
Türkçe’nin zarafeti, bir çini ustasının sabrıyla şekillenen desenler kadar ince bir mirastır.
Bugün bu miras, sosyal medya akışlarında hızla kaybolan iletilerin içinde silikleşiyor.
Dil, düşüncenin ayağıdır; yanlış kelime yanlış adımı getirir.
Bu yüzden “abi çok cringe” diyen bir genç aslında bilmeden kendi düşüncesinin de kapılarını daraltmış olur.
Oysa Türkçe, bir göl kenarında duran sandala benzer; içine her binenin hikâyesini usulce taşır.
Şimdi o sandalın tahtaları gevşemiş gibi, çünkü içine doldurulan kelimeler kendi toprağından uzak.
Çocukların bile “like at” dediği bir ülkede Türkçe, kendi evinde misafir gibi hissetmeye başladı.
Bir dil, yanlış kullanıldığında önce cümleler bozulur, sonra düşünme biçimi.
Günlük konuşmaların hafifliği, kelimelerin ağırlığını taşıyamıyor artık.
Bir zamanlar Orhan Veli’nin şiirinde yürüyen kelimeler şimdi trafikte sıkışmış arabalar gibi birbirine çarpıyor.
Türkçe, kelimelerin yan yana gelmesinden ibaret değil; bir milletin ortak hafızasının ortak sesi.
Bu ses kısıldıkça sokaklarda yabancı melodiler çoğalıyor.
Mahalle arasında geçen bir selam bile artık başka dillerden ödünç alınan bir ifadeye dönüşebiliyor.
Oysa selam, kelimelerin sıcaklığıyla sarar insanı.
Dil, toplumun aynasıdır; aynadaki çizikler toplumsal yorgunluğun izidir.
Bugün aynadaki çiziklerin sayısı daha fazla, çünkü kelimelerin sesi daha kısık.
Yabancı kelimeler sadece dilden değil, düşüncelerimizden de bir şeyler götürüyor.
Bir ülke, kendi kelimesini kaybettiğinde kendi hikâyesini de kaybeder.
Türkçenin yanlış kullanılmasının ardında hız kültürü var; hız, kelimelerin sabrını yok eder.
Her kelimenin bir yürüme mesafesi vardır; koşarken hiçbir kelime kendini taşıyamaz.
Bugünün gençliği, kelimeleri kısaltarak bir şey kazandığını sanıyor ama aslında dili küçültüyor.
Dil küçülürse dünya da küçülür.
Türkçe, insanın içinden geçen rüzgârın sesidir; bu ses bozulunca insan da bozulur.
Kelimelerin anısı vardır ve yanlış kullanım o anıyı siler.
Bir kelimeyi değiştirmek bazen bir kültürü değiştirmek kadar etkilidir.
Bu yüzden dildeki yozlaşma, sadece harflerin değil alışkanlıkların da erimesidir.
Gençlerin kullandığı her yanlış tabir, dilin omzundaki yükü biraz daha ağırlaştırır.
Bir ülkeyi anlamanın yolu o ülkenin kelimelerini anlamaktan geçer.
Türkçe yanlış kullanıldıkça anlayış da yanlış yöne savruluyor.
Bir dil bozulduğunda önce incelikler kaybolur.
İncelik kaybolduğunda toplum da kabalaşır.
Bugün ekranlardan duyduğumuz kaba ifadeler, kelimelerin değil kültürün çizildiğini gösteriyor.
Türkçe, yalnızca iletişim aracı değil; duyguların evi, düşüncelerin yastığı, hatıraların çekmecesidir.
Bu çekmecenin kulpu yabancı kelimelerle değiştikçe çekmecenin kendisi de açılmamaya başlar.
Dil, toplumun ruhudur; ruh bozulursa beden de savrulur.
Her yanlış kullanılan kelime toplumsal hafızaya vurulan bir çiziktir.
Bu yüzden gençlerin “o ne alaka ya” dediği yerde, geçmişin zarif merakı kayboluyor.
Bir dil, yanlış kullanıldıkça sadece anlam kaybetmez; ahlak da kaybeder.
Kelimelerin omzundaki etik, yanlış kullanımla düşüyor.
Türkçenin bozulması, bir eve taşınan rutubet gibidir; önce duvarda bir leke oluşur, sonra bütün duvar kokar.
Bugün o kokuyu duyuyoruz ama sebebini görmek istemiyoruz.
Popüler kültürün hızlı akışı, dilin ağır aksak yürüyüşünü zorluyor.
Dilin yürüyüşü bozulunca konuşmalar da nefes nefese kalıyor.
Bugün bir kafede oturduğunuzda duyduğunuz diyaloglar, Türkçe’nin değil, başka dillerin gölgesi.
Dil gölgede yaşarsa kurur.
Kelimeleri doğru söylemek sadece gramer değil, ülkeye saygıdır.
Yanlış kelime bir yanlışı, doğru kelime bir doğruyu çağırır.
Türkçenin bugünkü hâli, çağrılan yanlışların çoğaldığını gösteriyor.
Dil, bir ülkenin hafızasının kapısıdır ve kapı gıcırdamaya başladı.
Her yanlış kullanım o gıcırtıyı biraz daha artırıyor.
Kültür, dilin omurgasıdır; omurga eğrilirse toplum da eğilir.
Türkçenin yanlış kullanılması, omurganın sessizce çatırdamasıdır.
Bugün çatırdayan sadece kelimeler değil, kelimelerin taşıdığı bütün anlamlardır.
Dil bozulunca düşünce sığlaşır.
Düşünce sığlaşınca toplum da derinliğini kaybeder.
Her kelime bir gölgedir ve Türkçenin gölgesi kısalıyor.
Bir dil, gölgesini kaybederse güneş altında bile üşür.
Bugün biz o üşümeyi fark ediyoruz ama nedenini saklıyoruz.
Türkçe’nin yanlış kullanılması, toplumsal hafızanın yavaşça silinmesidir.
Silinen her kelime, kaybolan bir hikâye demektir.
Bu ülke hikâyesini kelimelerle yazdı; bugün ise kelimeler hikâyeyi terk ediyor.
Dil bozuldukça insan da bozulur, toplum da bozulur, gelecek de bozulur.
Türkçe bugün yanlış kullanımlarla savruluyor ve bu savrulma bir uyarı niteliğinde.
Kelimelerin çağrısı zayıfladıkça kültürün nefesi kısılıyor.
Türkçe, hâlâ güçlü ama yorgun.
Bu yorgunluğu anlamak bizim sorumluluğumuz.
Eğer dilimizi doğru kullanmazsak yarın anlatacak kelime bulamayacağız.
Ve kelime olmayınca hikâye de olmayacak.
Bu yüzden Türkçenin yanlış kullanılması sadece bir dil sorunu değil; bir gelecek sorunudur.
Dilimizin bugün yaşadığı savruluşu anlamak için önce sokaklarda dolaşmak, gençlerin dudaklarından dökülen kelimelerin ritmine kulak vermek gerekir, çünkü orada duyduğumuz sesler artık bir zamanların berrak Türkçesinin değil, zamana yenik düşmüş karmaşık bir melezliğin ayak sesleridir.
Bir kafede oturan gençlerin “kanka chill ol biraz” demesi, bir dostluğun sıcaklığının değil, yabancı bir dünyanın gölgesinin sahnemize sızdığını gösterir.
Eskiden mahalle aralarında “canım ciğerim” diye seslenilen dostluk, şimdi birkaç harfe sıkışan “bro” kelimesinin arkasında kalmış bir hatıra gibi durur.
Dil dediğimiz şey, insanın ruhunun gölgesiyse, bugün gençlerin kullandığı bu tümceler ruhumuzun ne kadar yorulduğunu fısıldar.
Bir zamanlar şiirlerde akis bulan kelimeler, şimdi kıyıda unutulmuş taşlar kadar yalnızdır.
Türkçenin inceliği, artık sosyal medyanın hızında kaybolan bir sabır taşı gibidir.
Günümüzde gençler öfkelendiğinde “sal beni” der, buna seslenen karşılık ise “boş yapma”dır, oysa geçmişin tartışmalarında bile bir zarafet, bir duruş, bir anlam derinliği vardı.
Zamanla yabancı kelimeler yalnızca dilimizi değil düşünme biçimlerimizi de dönüştürmeye başladı.
Bir sanatçının yıllar önce söylediği “insan kelimeleri kadar düşünür” sözünü hatırladığımda, eksilen kelimelerimizin eksilen düşüncelerimiz olduğunu anlarım.
Dil, bir milletin hafızasıysa, hafızamızın giderek bulanıklaştığını görmek acı verir.
Bugün gençler mutluluğu anlatırken “mük” deyip geçiyor; bir anlık coşkunun gölgesinde saklanan bu kısacık kelime, aslında ifade zenginliğimizin ne kadar fakirleştiğini haber verir.
Oysa eskiden bir insanın sevincini tarif ederken “göğsü ışıkla doldu” denirdi ve bu cümle yalnızca bir mutluluğu değil, gökyüzüne açılan bir kapıyı da taşırdı.
Dilimizi yozlaştıran süreç yalnızca yabancı kelimelerin istilası değil, aynı zamanda düşünmeye üşenen bir çağın ürünü olan kısaltmaların çokluğu oldu.
Sosyal medyada “tmm”, “nbr”, “kib”, “slm” gibi harf kümeleri, kelimelerin yerine geçmeye başladığında, kelimelerin yitirdiği anlamları düşünmek zorunda kalırız.
Çünkü kelimeler kısaldıkça duygular da kısalır, duygular kısaldıkça ilişkiler de yüzeyselleşir.
Bir gencin sevdiğine “iyisin” demesi, eski bir aşk mektubundaki “sensizliğin içimde bıraktığı boşluk büyüyor” cümlesinin yanına bile yaklaşamaz.
Dile sahip çıkmak yalnızca kelimeleri korumak değildir, aynı zamanda duyguların hafızasını ve kültürün damarlarını korumaktır.
Bugün bir tiyatro salonuna gidip gençlerin konuşmalarını dinlerseniz, cümlelerin ne kadar hızlı, kopuk ve yüzeysel olduğunu anlarsınız.
Dil hızlandıkça düşünce de hızlanıyor ama derinleşmiyor; tıpkı hızlı çekimde oynayan bir filmin hiçbir duyguyu izleyiciye geçirememesi gibi.
Dilimizin temelleri, yüzlerce yıllık edebi birikimin omuzlarında taşınırken, biz o birikimin gölgesinde kendi gölgemizi bile tanımaz hale geldik.
Gençlerin sık kullandığı “şaka mı bu?” cümlesi, çoğu zaman hayatın absürtlüğünü değil, şaşkınlığın bile tembelleşmiş bir versiyonunu yansıtır.
Bir zamanlar “bu nasıl bir iştir ki aklım almıyor” diyen insanlar vardı, şimdi ise şaşkınlık bile birkaç kelimeye sıkışmış durumda.
Dilimizdeki yozlaşma yalnızca kelimelerin değişmesi değil, düşünme biçimimizin daralmasıdır.
Bir dilin kelimeleri azalınca, insanın dünyayı kavrama biçimi de daralır.
Bugün gençlerin dünyayı tanımlamak için kullandığı kelimeler o kadar sınırlı ki, çoğu duyguya isim koyamaz hale geldiler.
Sosyal medya sayesinde iletişim kolaylaştı ama anlam güçleşti.
Her şey hızla tüketildi, kelimeler de dahil.
Bir zamanlar kitapların sayfalarıyla nefes alan kelimeler, şimdi sadece bildirimlerde bir an parlayıp kaybolan kıvılcımlar gibi.
Yabancı dillerden gelen kelimeler, Türkçenin içine sızarken bizi daha evrensel yapmadı, aksine kendi köklerimizden uzaklaştırdı.
Dil, insana ait en büyük kimliklerden biridir, onu kaybetmek kendi gölgemizi kaybetmek gibidir.
Bugün bir çocuğun “like attım” demesi, aslında bir beğeniyi değil, başka bir kültürle kurduğu yanlış bir yakınlığı gösterir.
Oysa beğenmek kelimesi bile içinde zarafet taşır, bir insanın gönlüne değen bir ışığı.
Dilin yanlış kullanılmasıyla birlikte nezaket kelimeleri de kaybolmaya başladı.
Artık teşekkür yerine “tnk”, özür yerine “sry” diyoruz, böylece duygunun ağırlığı da hafifliyor.
Dil yalnızca iletişim aracı değil, insanı insan yapan duyguların taşındığı bir evdir.
Evin kapılarını kırarsanız içindeki sıcaklık da dışarı kaçar.
Bugün gençlerin dilinde dolaşan yabancı kelimeler, bizim kültürümüzde hiç kök salmamış fidanlar gibidir; rüzgâr biraz sert esti mi devrilirler.
Oysa kendi kelimelerimiz, toprağımıza kökleriyle bağlı asırlık çınarlar gibidir.
Dilimizi korumak geçmişi korumak değildir, geleceğe bir köprü kurmaktır.
Fakat bir köprü kurmak istiyorsak önce malzemenin sağlam olması gerekir.
Kelime, bir toplumun en küçük ama en kuvvetli yapı taşıdır.
Bugün o taşların çoğu çatlamış durumdadır.
Gençler “aynen” kelimesini her duyguya karşılık olarak kullandığında, farklı duyguların zenginliğini yok eden bir homojenliğe sürükleniyoruz.
Aynı kelimeyle hem kızgınlık hem şaşkınlık hem de kabul ifade ediliyor; böylece duyguların ayırt edici renkleri kayboluyor.
Bir dilde renkler kaybolunca hayat da siyah-beyaza dönüşür.
Sokak tabelalarında yabancı kelimelerin çoğalması, şehirlerin kimliğini bile değiştirdi.
Dükkanların isimleri Türkçe olmayı bıraktıkça, sokakların ruhu da yabancılaştı.
Bu yabancılaşma yalnızca kelimelerde değil, insanlar arasındaki ilişkilerde de belirginleşti.
Bir insanın konuştuğu dil bozulursa kalbinin ritmi de bozulur.
Bugün bu ritimde bir düzensizlik hissediyorsak sebebi kelimelerle olan bağımızın zayıflaması.
Bir milletin hafızası kelimelerde saklıdır, fakat artık pek çok hafıza çekmecemiz boşalmış durumda.
Kelimelerimizi geri kazanmanın yolu, onları yeniden içimize yerleştirmekten geçer.
Her kelime, bir milletin yürüyüşünde taşıdığı adımdır.
Bu adımlar eksildikçe yolumuz da kısalır.
Bir toplumun geleceği, çocuklarının hangi kelimelerle büyüdüğüne bağlıdır.
Eğer çocuklar kelimeleri eğilip bükülmüş halde duyuyorsa, düşünceleri de aynı şekilde eğilip bükülür.
Dil bozuldukça toplumun vicdanı da körelir.
Kelime, bir vicdan taşıdır; doğru yerinden oynatıldığında tüm yapı çöker.
Bugün “cool ol” demek, aslında duyguları bastırmanın yeni adı oldu.
Oysa Türkçenin içerisinde duyguları ifade eden yüzlerce kelime varken neden kendi bahçemizi bırakıp başkasının gölgesinde oturuyoruz?
Cevap basit: Çünkü hız çağında kelimelerin ağırlığını taşımak zor geliyor.
Hâlbuki kelimelerin ağırlığı, insanın içini dolduran bir berekettir.
Türkçe, bu bereketi yüzyıllardır taşımış bir dildir.
Onu hafifleştirdikçe anlamı da azalıyor.
Dilimizi korumak, gelecek kuşaklara bir miras bırakmak demektir.
Bu miras yalnızca kelimeler değil, bir düşünme biçimidir.
Bugünün gençleri bu mirasa sahip çıkmadığında yarının toplumunda büyük bir boşluk oluşur.
Dilimizdeki yozlaşmayı durdurmanın ilk adımı farkındalıktır.
Kullandığımız her kelime, geleceğe bıraktığımız bir izdir.
Bu yüzden her iz, özen ister.
Her cümle bir yolculuktur ve biz bu yolculuğu ne kadar dikkatle yaparsak, dilimiz de o kadar canlı kalır.
Dilimizdeki yozlaşmayı fark etmek, önce kendimizi fark etmekle başlar.
Kullandığımız kelimelerin ağırlığını hissetmek, kendi ruhumuzun ağırlığını hissetmektir.
Bir kelime kaybolduğunda, yalnızca bir ses değil, bir düşünce biçimi de kaybolur.
Gençlerin dudaklarından dökülen kısa ve yabancı kelimeler, aslında bir kültür boşluğunun yankılarıdır.
Kelime kısaldıkça anlam da küçülür, duygu da küçülür, ilişki de küçülür.
Her “aynen” kelimesi, bir insanın hissettiği karmaşık duyguların düzleştirilmiş bir izdüşümüdür.
Türkçemiz bir zamanlar ruhumuzun aynasıydı; bugün çoğu aynamız kırık.
Dilimizin içine sızan yabancı kelimeler yalnızca yabancılaşmayı değil, düşüncenin sınırlarını da daraltır.
Kelimelerle oynarken sadece sesleri değiştirmiyoruz; düşünceyi, ruhu, hafızayı da değiştiriyoruz.
Bir toplum, kelimelerine sahip çıktığında, geçmişini ve geleceğini de korur.
Gençlerimizin kullandığı hızlı ve kısaltılmış kelimeler, bizden sonraki neslin düşünce zenginliğini tehdit eder.
Ama bu farkındalıkla hareket edersek, kaybolan kelimeleri geri getirebiliriz.
Bir çocuğa doğru kelimeleri öğretmek, ona sadece konuşmayı değil, düşünmeyi de öğretmektir.
Dil, insanın zihninin evrenidir ve bu evrenin sınırlarını kelimeler çizer.
Kelimelerimizi ihmal etmek, sınırlarımızı daraltmak demektir.
Dilin içinde saklı olan tarih, kültür ve estetik de kaybolur.
Bir dilin güzelliğini ve zenginliğini korumak, bir toplumun vicdanını ve ruhunu korumaktır.
Eğer bir kelimeyi doğru kullanamıyorsak, bir duyguyu da doğru ifade edemeyiz.
Bir toplum, kelimelerine sahip çıkmazsa, kendi hikayesini de kaybeder.
Gençlerin dudaklarından dökülen yabancı sesler, aslında köklerinden kopmuş bir fidanın rüzgârda savrulması gibidir.
Oysa kendi kelimelerimiz, kök salmış, gövdesi sağlam bir ağaçtır.
Bu ağaç, nesiller boyu gölge, meyve ve nefes verir.
Kendi kelimelerimizi korumak, kendi kültürümüzü ve düşünce biçimimizi korumaktır.
Bugün “sry” dediğimizde, sadece bir özür değil, bir duygunun hafiflemiş halini sunuyoruz.
Bir zamanlar “affedersiniz” cümlesi, özrü ve samimiyeti bir arada taşırdı.
Dilimizdeki eksiklik, toplumsal ilişkilerimizde de eksiklik yaratır.
Kelimeler çoğaldıkça, insanın dünyaya bakışı da çoğalır.
Kısalan kelimeler, kısalan duygular ve kısalan düşünceler getirir.
Her kelime, bir kültür taşıdır; bu taşları sağlam tutmak gerekir.
Eğer taşları kaybedersek, köprüler yıkılır.
Kelimelerimizi geri kazanmak, geçmişimizi ve geleceğimizi yeniden inşa etmektir.
Bir dilin içinde bir milletin hikâyesi saklıdır.
Bu hikâyeyi doğru kelimelerle anlatmak, geçmişe ve geleceğe borcumuzdur.
Türkçemizin güzelliğini korumak, sadece dil bilgisi kurallarına uymakla olmaz; düşünceyi, duyguyu ve estetiği de korumakla olur.
Gençlerin kısa ve yabancı kelimelere saplanıp kalması, onların iç dünyalarını daraltır.
Oysa kelime zenginliği, düşünce özgürlüğünü de beraberinde getirir.
Bir kelimeyi doğru kullanmak, bir duyguyu doğru yaşamak demektir.
Bugün eksilen kelimeler, yarın eksilen düşüncelerin habercisidir.
Eğer dilimizi ihmal edersek, kendi kimliğimizi de ihmal etmiş oluruz.
Her kelime bir tohumdur; eğer ekilmezse, büyümez ve meyve vermez.
Toplumun kelimelerine sahip çıkması, geleceğe bırakılan bir mirastır.
Dilimizdeki yozlaşmayı fark etmek, sorumluluk almakla başlar.
Kelimelerimizi korumak, hem bireysel hem toplumsal bir görevdir.
Dil, bir milletin ruhudur ve ruhunu kaybeden, kendini de kaybeder.
Türkçemiz, sadece konuşulan bir araç değil, düşüncenin ve duyguların evidir.
Bu evi korumak, onu kullanmak ve öğretmek hepimizin sorumluluğudur.
Gençlere doğru kelimeleri öğretmek, onlara düşünmeyi, hissetmeyi ve anlatmayı öğretmektir.
Dilimizdeki zenginlik, geçmişin ve geleceğin bağını kurar.
Yabancı kelimeler, eğlenceli olabilir ama onların ardına saklanmak kendi kimliğimizden kaçmaktır.
Her kelimeyi özenle kullanmak, bir milletin özüne sahip çıkmaktır.
Dilimizdeki eksiklikler, ilişkilerimizi, kültürümüzü ve düşüncelerimizi etkiler.
Bir kelimenin ağırlığını hissetmek, hayata ağırlık ve anlam katmaktır.
Kısa ve yüzeysel kelimeler, yüzeyselliği ve boşluğu artırır.
Kelimelerimizi korumak, hayatımıza derinlik ve renk katar.
Dil, bir milletin aynasıdır; aynayı temiz tutmak gerekir.
Eksik veya yozlaşmış kelimeler, aynayı bulanıklaştırır.
Dilimizdeki boşlukları doldurmak, geçmişimizi ve geleceğimizi sağlamlaştırır.
Kelimeler, bir kültürün taşlarıdır; taşları kaybetmek, yapıyı kaybetmektir.
Her kelime bir köprü, her cümle bir yolculuktur.
Yolculuğu sağlıklı yapmak, dili doğru kullanmakla mümkündür.
Türkçe, kökleri derin bir ağaçtır; dalları ise düşüncelerimizi taşır.
Dalları kesmek veya kırmak, düşünceyi de kesip kırmak demektir.
Gençlerin kelimeleri yanlış kullanması, kültürümüze bir darbe niteliğindedir.
Ama farkındalık, bu darbeyi onarabilir.
Doğru kelimeler kullanmak, düşünceyi ve duyguyu büyütür.
Dilimizin yozlaşması, sadece sözde değil, zihinde de bir boşluk yaratır.
Bu boşluğu doldurmak, hepimizin görevidir.
Türkçemizi yaşatmak, kültürümüzü, tarihimiz ve kimliğimizi yaşatmaktır.
Dil, sadece kelimeler değil, bir topluluğun hafızasıdır.
Bu hafızayı korumak, geçmişi ve geleceği korumaktır.
Kelimelerimizi geri kazanmak, hayatımıza ritim ve derinlik katar.
Türkçeyi doğru kullanmak, yalnızca dil bilgisi değil, aynı zamanda yaşam bilgisi de verir.
Gençlerimize doğru kelimeleri öğretmek, hem onların hem de toplumun geleceğini şekillendirir.
Dilimizin zenginliği, bir milletin zekâsı ve ruhuyla doğru orantılıdır.
Kelimeleri ihmal etmek, zihinsel ve duygusal yozlaşmaya davetiye çıkarmaktır.
Türkçemizi sevgiyle kullanmak, geçmişe ve geleceğe duyduğumuz saygıdır.
Kelimeyi yitirmek, kendimizi yitirmektir.
Kelimeyi geri kazanmak, kimliğimizi ve kültürümüzü yeniden inşa etmektir.
Kelimeler, bizimle konuşan sessiz birer öğretmendir.
Onları dinlemek, hayatı daha anlamlı kılar.
Türkçe, ruhumuzu şekillendiren bir nehirdir; kirletirsek, susuz bırakırız.
Her cümle, bir damla su gibidir; damlalar birleşince hayat bulur.
Dilin içinde yaşamın ritmi vardır; ritmi kaybederseniz, yaşam da kaybolur.
Son olarak, kelimelerimize sahip çıkmak, yalnızca konuşmak değil, hissetmek, düşünmek ve yaşamak demektir.
Türkçe, biz korudukça yaşar; biz onu ihmal ettikçe, kaybolur.
ERGİN ERSÖZ
