ERGİN ERSÖZ YAZDI : "ASLINDA HER MAĞLUBİYET 3 PUANDIR "


ASLINDA HER MAĞLUBİYET 3 PUANDIR
Hayat dediğimiz şey hikayesini kendimizin yazdığı bize verilmiş benzersiz bir hediyedir. Ancak bu hikâyeyi yazarken öyle durumlarla karşılaşırız ki yaşadığımız şeyler ne yazık ki yazmak istediğimiz şeylerin çok uzağındakiler olur. Hikâye bazen bizim kontrolümüzün dışına çıkar...
Güzellikler bize her zaman altın tepside sunulmaz. Yürüdüğümüz bu uzun yolculukta rotamız her zaman çiçekli bahçeler olmaz. Bazen belki de biz daha güçlü olalım diye hayat tokadını en umulmadık yerlerde atar ki bu durum bize hayatı bazen kabul edilmesi ve tahammül edilmesi güç bir eziyet haline getirir. Acısıyla tatlısıyla yaşadığımız bu hayatın acı kısmına vereceğimiz tepkiler bu uzun yolculukta bizim dönüm noktalarımız olabilir. Gök gürültüsü korkutur , gök gürültüsüyle birlikte yağan yağmur toprakla birleştiğinde bize o muhteşem kokuyu armağan eder ve en sonunda oluşan gök kuşağı bizi mest eder. Gök gürültüsünden korkarsak , yağmurun tenimize değmesinden hicap duyarsak gök kuşağını görebilmemiz imkansızdır. Tıpkı karanlıktan korkarsak yıldızların güzelliğini göremeyeceğimiz gibi ...
Burada yapmamız gereken asıl şey kendimizi bütünüyle sevebilmek ve öz saygımızı koruyabilmektir. İyi yönlerimizi yeteneklerimizi takdir ettiğimiz kadar zaaflarımızı ve olumsuz taraflarımızı da görüp onlarla barışık olmalıyız. Kendimizi çok iyi tanımış olmalı ve olumsuz taraflarımızın bize yaşattığı negatif durumları nasıl pozitif durumlar haline getirebileceğimizi düşünmeliyiz. Yani rüzgârı tersine çevirebilmek, kendimizi bütünüyle tanıyabildiğimizde yapabileceğimiz bir olaydır ki bu gerçekten çok büyük bir olaydır bana kalırsa ...
Bundan dolayıdır ki ben mağlubiyet kavramıyla yenilgi kavramını birbirinden hep ayrı tutmuşumdur. Mağlubiyetleri krizi fırsata dönüştürebilme şansı olarak görmüşümdür. Hayat burada bize '' şimdi rüştünü ispatlama zamanı '' dediği nokta olarak düşünmüşümdür. Yenilgi ise benim için yaşanılan mağlubiyeti çabalamadan kabul edip pes etme durumudur. Bence gerçek yenilgi mağlup olmak değil mağlubiyeti kabul ettiğimiz zaman bizimle olur ...
Aynı şeyleri deneyip farklı sonuçlar beklememektir hayat. Hayat bir taktik tahtası bir satrançtır. Yaşadığımız mağlubiyetler bize o konudaki taktiğimizin başarısız olduğunu gösterir. Ancak nefes alıyorsak pes etmeden farklı taktiklerle bu mağlubiyeti 3 puana çevirme şansı hala bizimdir. Büyük resmi görebildiğimiz zaman aslında geciken ya da başarılamayacak olan bir şeyin olmadığını görebiliriz. Nefes alıyorsak şayet umut her zaman vardır bizim için ...
Toplumsal olarak ya da evrensel olarak beni en çok üzen şey de yaşanılan mağlubiyetler sonrasında üzerimize insanlar tarafından yapıştırılan ''başarısız insan'' etiketidir. Toplumsal olarak genel itibarı ile insanların başarısızlıkları ile ilgilendiğimiz için ve onlar bir şeyleri başardığında onu aşağıya çekebilmekle meşgul olduğumuz için insanların hep mağlubiyetlerine odaklanıyoruz. Bu perspektiften bakılıp bize başarısız etiketi vurulduğu için de uzun süreli bir yıkım yaşıyoruz oysa bin defadan fazla deneme yaptıktan sonra ampulü icat eden Edison bu bin denemesinde mağlup oldu diye başarısız sayılabilir mi ? Veya Einstein küçük yaşlarda okulda öğretmenleri tarafından ''zekâ geriliği'' tanısını kabullenip bu duruma yenilseydi bilime olan merakını böylesine zorlu ve dikenli yollara rağmen o yolda kararlılıkla yürümeseydi bugün ondan bahsediyor olur muyduk ? O da Edison gibi vazgeçmedi yenilmedi ve modern fiziğin temel taşı oldu...
J. K. Rowling ... Bu ismi bilirsiniz. Ünlü Harry Potter serisinin yazarı. Bu yazar bu hikâyeyi yazdıktan sonra gittiği tüm yayınevleri tarafından reddedildi. Şayet bu yazar pes etseydi, yenilseydi, vazgeçseydi ne ismini bilebilecektik ne de bu meşhur seriyi. Bu örnekleri çoğaltabiliriz ancak işin özü hepsinin ortak yönü pes etmemek ve vazgeçmemektir. Yani kayaları o büyük o devasa kayaları aşındıran şey dalgaların boyu ya da şiddeti değil sürekliliğidir...
Dedik ya bunu yapabilmek kolay değil. Yaşadığımız bir olay vesilesi ile bazen hayat öylesine ağır sınavlara tabi tutar öyle bir yere serer ki bizi toparlanabilmeyi ayağa kalkabilmeyi bırakın nefes alabilmek bile büyük bir işkence haline gelir. Yerdeyizdir üzerimiz pislenmiş ve çamurlanmıştır ve biz bu pislik ve çamurun penceresinden bakarız hayata. Fakat altın yere düşünce çamurlanınca değerinden bir şey kaybeder mi ? Güzelce temizleyip sildik mi altın yine altındır. Burada aslolan şey yaşadığımız bu duygusal yıkımların ve yaptığımız hatların gerçek sebeplerini bulup keşfedebilmektir...
Hayat bazen bizi verdikleriyle bazen vermedikleriyle bazen de bizden aldıklarıyla sınar. Her duruma karşı bir ''b'' planımızın olması bu noktada çok önemlidir. Bu ''b'' planı olmadığı zaman yalnızca bir ihtimale odaklandığımız zaman -ki bunu kendimden biliyorum-bu durum mağlubiyetleri sınavın bir parçası olarak görebilip ayağa kalkabilme sürecine geçebilme evresini gerçekten çok çetin ve sancılı kılıyor...
Baktığımız zaman bu dünyada tercihlerimiz ve verdiğimiz kararlarla varız. Bu kütüphanedeki kitaplarımızı dizeceğimiz raflara karar vermek gibi bir şeydir. An gelir kütüphanemizin en üst rafına koyduğumuz en çok sevip değer verdiğimiz kitap başımıza düşer ve canımızı yakar ve o an anlarız bazı şeylerin yerini , neyi nereye koymamız gerektiğini. Başındaki tüm yarıklar hep en üst rafa koyduğu kitaplar tarafından oluşmuş birisi olarak olay yerinden bildiriyorum ki benim de parolam belli '' Çay koy Enes'im yeniden başlıyoruz !!!''
Geçmişten bağımsız bir gelecek şekillendirilemez ancak dünün yasını tutacağız diye bugünü feda edip yarını da üzmeyeceğiz. Dünün hataları yarının deneyimleridir çünkü. Yaptığımız her hata her yanlış eğer telafisini yapabilirsek bize mutlu ve umutlu yarınları vaat ediyor aslında. Bunu görmezden gelmemeliyiz. Kaybedecek vaktimiz yok çünkü ömür vakit kaybedecek kadar uzun değil. Biz bir şeyleri yarınlara erteleyebiliriz. Ertelediğimiz şey yarın orada bizi bekliyor da olabilir. Ancak biz yarını görebilir miyiz ? Bunun cevabını verebilmek zor ve kaybolan zaman da ne yazık ki geri gelmiyor...
Yaşadığımız coğrafya ve genetik kodlamamız sayesinde şanslı insanlarız diyebilirim. Çünkü ama kalıtımsal ama sonradan edinilmiş öğrenilmiş olarak her konuyu çok iyi biliyoruz ve her konuda bilirkişi konumundayız. Ülkemizde deprem felaketi olur hepimiz profesör oluruz hastalık salgın olur hepimiz sağlıkçı oluruz. Yangın olur hepimiz itfaiye oluruz. Oluruz da oluruz ama sonuçlara baktığımız zaman yaşanılan hangi felaket olursa olsun nedense bilançoları hep bir öncekinden ağır oluyor. Fakat bunlara hiç kulak asma gereği duymadan her konuda her zaman çok iyi olduğumuz için Allah vergisi olarak bir tane daha sıfat ekleniyor ve hepimiz doğal olarak çok iyi bir eleştirmen oluveriyoruz. Dedikodu pardon bilgi aktarımı konusunda da ışık hızına sahip bir teknoloji ile donatıldığımız için de insanların yaptığı hataları anında tarıyor irdeliyor ve bir sürü pencereden ele alıp eleştirebiliyoruz. Acımasızca yapıyoruz bunu hemde kendimiz hiç genç olmamışız gibi , hiç gelin olmamışız gibi , hiç damat olmamışız gibi , hiç çocuk olmamışız gibi , hiç hata yapmamışız gibi ...
Bu yeteneklerimizin hepsine sonsuz şükürler olsun. Ancak sorunumuz şu ki bunca yetenekle donatılmış olmamıza rağmen bizde her şeyden biraz var ama hiçbir şeyden tam olarak yok. Toplumda bilgisi olanın yetkisi yok yetkisi olanın bilgisi yok. Bunu antropolojik manada söylüyorum bilmeyenlerin konuştuğu bilenlerin de sustuğu bir toplumuz ne yazık ki...
Türlü ve emsalsiz özelliklerle donatılmış olsak ta maalesef ki yazılımımızda olmayan ve aslında ufak bir güncelleme ile düzeltilebilir bir özellik olan ''empati'' özelliğini bir türlü yazılımımıza ekleyemedik gitti. Evet günümüzde bazı değer yargıları değişti. Hatta ''ayıp yasak günah'' gibi kavramlar bile bu kavramlara karışan kişilere göre değişerek ya absolbe edildi ya da ifşa edildi. Söylemek istediğim şu ki bir günah veya bir ayıp bizim tarafımızdan yapıldığı zaman bunu yapmamız için çok geçerli sebeplerimiz olduğu için yapıldı. Zorunda kalmasak asla yapmayız biliriz çünkü efendim bunun kötü olduğunu ama bizim niyetimiz iyi çok şükür. Ancak aynı davranışlar başkaları tarafından yapıldığında ölümüne yargı ve eleştiri neredesin ya empati ? illa empati illa empati .....
Bu böyle olmamalı kesinlikle çünkü bu yanlı taraflı bakış bize asla içsel yolculuğumuzda hatalarımızı keşfetme konusunda tam anlamıyla yardımcı olamaz. Haşa hiçbirimiz peygamber değiliz ve bu yüzden ''İSMET'' sıfatını kendimize yüklememeliyiz...
Sözün özü aşırılığın hepsi zarardır. Kendimize torpil yapmadan öz eleştirimizi yapabilmek ancak kendimizi de yerin dibine gömüp aşağıya çekmeden de bu eleştirilerin bizi doğruya götürmesine izin vermemiz gerekiyor. Hala, empati bu işin neresinde ? Diye soracak olursanız da kendi doğrularımızın evrensel doğrular olmayabileceğini anlayabilmemiz için içsel yolculuğumuzda bize rehber olabilme noktasındadır derim. Hatalarımızın tümüne ışık tutabilme konusundaki o engin bitmeyen ışıktır derim.
Biz kendimizin farkında olduğumuz sürece aşıp düzeltemeyeceğimiz hiçbir hatamız olamaz. Ve sebeplerini bulduğumuz mağlubiyetlerimiz de bizim için 3 puan demektir. Kabul ediyorum bazı hataları düzeltme şansımız olmayabilir. Örneğin emniyet kemeri belki hayatımız boyunca bize sadece bir kez lazım olabilecek bir şey ancak o an o kemer bizde takılı ise ne ala takılı değil ise geri dönüşleri çok çok ağır. Bunun dışındaki yapabileceğimiz tüm hatların düzeltilmiş hali ileride bize çok güzel şeyler yaşatacaktır. Şayet hatalarımızdan ders çıkarabiliyor isek hata yapmaktan korkmayalım. Çünkü şunu lütfen unutmayalım ki sadece hatalarından ders çıkarmayı öğrenebilmiş bireyler özgüveni oturmuş tarafsız bireyler olabilirler...
ERGİN ERSÖZ