ERGİN ERSÖZ YAZDI : "YALNIZLIK BİR EKSİKLİK Mİ, YOKSA BİR USTALIK MI?"

7/29/2025

YALNIZLIK BİR EKSİKLİK Mİ, YOKSA BİR USTALIK MI?

Yalnızlık, insanlığın en eski aynalarından biridir.

İlk insan, ateşin başında otururken bile gölgesine bakmış, kendini ikiye bölmüştür.

Belki de o ilk sessizlik anında başlamıştır bu soru: “Ben kimim?”

Yalnız kalan, bu sorunun yankısını daha derinden duyar.

Kalabalıkta kaybolan, cevabı duyamaz.

Yalnızlık, bazen bir çöl kadar susuz, bazen bir göl kadar derindir.

İnsan, ne zaman kalabalıktan çekilse, kendine yaklaşır.

Ama her yaklaşma, biraz da korkutur.

Çünkü kendini görmek, her zaman kolay değildir.

Sokrates, “Kendini bil” derken, belki de yalnızlığın kapısını aralamıştı.

Yalnızlık, bir tür sessiz öğretmendir.

Her kelimesi olmayan, ama çok şey anlatan bir hocadır o.

Leonardo da Vinci, tablolarında yalnızlığın rengini bulmuştu.

Bir yüzü çizerken, belki kendi yalnızlığını renklendiriyordu.

Newton’un elma ağacının altında tek başına oturması, sadece bilimin değil, yalnızlığın da zaferidir.

Çünkü düşünce, sessizlikte büyür.

Kalabalıkta söylenen söz, yankılanır ama derinleşmez.

Yalnızlık, insanın içine dönen bir aynadır.

O aynada herkes kendi yüzünü değil, kendi iç sesini görür.

İç sesini duyan, dünyayı da başka türlü duyar.

Osmanlı’da dervişler, yalnızlıkla yoğrulurdu.

Tekke duvarları arasında sessizce oturan bir derviş, dünyayı kalbiyle dinlerdi.

O sessizlikte, kainatın tüm sesleri birleşirdi.

Belki de o yüzden Mevlânâ, “Sessizliğin sesi, her sözü aşar” demişti.

Sessizlik, yalnızlığın en derin biçimidir.

Ama her sessizlik yalnızlık değildir.

Kimi susar, içine döner.

Kimi susar, dünyadan kaçar.

İkisi arasında fark vardır.

Biri büyür, diğeri küçülür.

Yalnızlık, bazen bir sürgün, bazen bir taçtır.

Galileo, fikirleri yüzünden yalnız bırakıldığında aslında insan aklının yalnızlığını temsil ediyordu.

Ama o yalnızlık, insanlığın ilerlemesine yol açtı.

Çünkü her devrim, önce bir yalnızın kalbinde başlar.

Dünya tarihine bak:

Her fikir, önce bir odada tek başına düşünen bir insanın zihninde doğmuştur.

Dostoyevski’nin karakterleri, yalnızlığın içinden konuşur.

Ama onların yalnızlığı, bizi tanıtır bize.

Belki de bu yüzden okuruz onları, çünkü kendimizi buluruz.

Yalnızlık, paylaşmanın en gizli biçimidir.

Kendini anlatamayan insan, yazar, çizer, çalar; ve böylece paylaşır.

Ancak herkes yalnızlığı taşıyamaz.

Bazıları için yalnızlık bir ceza gibidir.

Kendine kalmak, bazen aynaya fazla bakmaktır.

İnsan, gördüğünden korkabilir.

Kendi iç karanlığıyla yüzleşmek, herkese nasip değildir.

Oysa asıl cesaret, kalabalığa karşı konuşmak değil, kendi sessizliğine katlanmaktır.

Marcus Aurelius, Roma tahtında bile yalnızdı.

Ama o yalnızlık, bir çöküş değil, bir bilgelik haline dönüşmüştü.

Kimi yalnızlığıyla çürür, kimi olgunlaşır.

Yalnızlık, kimine zindan, kimine okul olur.

Öğretene göre değişir bu.

Bir şairin odasında, bir ressamın fırçasında, bir bilgenin kaleminde hep aynı sükûnet gizlidir.

O sükûnet, kalabalığın unuttuğu derinliği hatırlatır.

Yalnızlık, bazen bir sığınak olur.

Dış dünyanın gürültüsü sustuğunda, insan kendi nefesini duyar.

O nefes, varoluşun en sade delilidir.

Çünkü insan, yalnız kaldığında gerçek anlamda var olur.

Kendini dinlediğinde, evreni de dinler.

Tüm büyük düşünceler, sessizlikten doğmuştur.

Tüm büyük hatalar, gürültüden.

Yalnızlık, o ince çizgide yürümektir.

Yalnızlık bir eksiklik değildir, ama kolay da değildir.

İnsan, yalnızlığı öğrenmeden insan olmayı öğrenemez.

Her çocuk, bir gün odasında sessizce düşünmeye başladığında büyür.

Her insan, kalabalığın ortasında bir an için susup içinden konuşmaya başladığında olgunlaşır.

Yalnızlık, insanın kendi iç bahçesidir.

Kimi onu çorak bırakır, kimi yeşertir.

Bu bahçeyi işlemek sabır ister.

Kendinle konuşmayı bilmek, büyük bir sanattır.

Ve belki de yalnızlık, insanın kendini yeniden icat etme biçimidir.

Çünkü insan, yalnız kaldığında yeniden doğar.

Yalnızlık, bazen bir insanın değil, bir çağın kaderidir.

Orta Çağ karanlığında düşünmek bile yalnızlıktı.

Galileo teleskobunu gökyüzüne çevirdiğinde, yıldızlardan çok insan sessizliğini gördü.

Çünkü kalabalık, gökyüzüne bakmaya korkuyordu.

Ama o korkunun ötesine geçen, yalnız olanlardı.

Her düşünür, kendi zamanının sınırlarını aşarken yalnız kalmıştır.

Çünkü yeni bir fikir, kalabalığa her zaman yabancıdır.

Yalnızlık, o yabancılığın bedelidir.

Ama bazen bedeller, insanı büyütür.

Yalnız kalanlar, sessizliğin içinden tarih yazar.

Einstein, evrenin gizemlerini çözerken yalnız yürüyordu.

Onun yalnızlığı, bir odada değil, fikirlerin sınırındaydı.

Kütüphaneler onun için kalabalıktı; çünkü kafasının içindeki sorular daha gürültülüydü.

Bir formülün içine sığdırdığı evren, aslında insanın yalnızlığı kadar derindi.

Çünkü evrenin yasaları da yalnızdır; tıpkı insan gibi tek başına işler.

Virginia Woolf, “Kendine Ait Bir Oda”yı yazarken, sadece kadınların değil, her insanın yalnızlık hakkını savundu.

Yalnız olmak, bazen kendine yer açmaktır.

Kendi sesini duymak için dünyanın gürültüsünü susturmaktır.

O yüzden Woolf’un kalemi sessiz bir devrimdi.

Her satırı, kalabalığa karşı bir yalnızlık manifestosu gibiydi.

Van Gogh, resimlerinde yalnızlığın ışığını bulmuştu.

O, yıldızları bile yalnız görürdü.

Her fırça darbesi bir çığlıktı, ama sessiz bir çığlık.

Onun sarı rengi, yalnızlığın rengi oldu.

Bir tarlada, bir sandalye üzerinde, bir yatak odasında bile yalnızlığın estetiğini aradı.

Ve bulduğunda, dünya onu anlamadı.

Anlamak için değil, yaşamak için yalnız kalmıştı.

Yalnızlık, bazen anlaşılmamayı göze almaktır.

Çünkü insanın en derin tarafı, kelimelerle anlatılamaz.

Van Gogh’un yalnızlığı, tarihe geçmiş bir mektuptur: “Seni anlamıyorlar ama sen devam et.”

Frida Kahlo, yalnızlığını bedenine kazıdı.

Her acı, onun tuvalinde bir renk buldu.

Yalnızlık, onun için bir seçim değil, bir zorunluluktu.

Ama o zorunluluğu sanata dönüştürdü.

Kırık kemiklerinden, kırılmayan bir ruh doğurdu.

Kahlo’nun bakışlarındaki yalnızlık, bin kadının sesi oldu.

Çünkü yalnızlık, bazen direnişin ta kendisidir.

Kalabalık seni unuttuğunda, sen kendini hatırlarsın.

Ve o hatırlayış, bir devrim başlatabilir.

Yalnızlığın da sesi vardır; sadece dinlemeyi bilmek gerekir.

Tarihte yalnızlık, hep düşüncenin kardeşi olmuştur.

Buda, sessizlikle aydınlandı.

Dağın tepesinde otururken, kalabalığı geride bıraktı.

O sessizlikte insanın iç dünyasıyla yüzleşti.

Hz. İsa, çölde kırk gün yalnız kaldı; yalnızlıkla imanı sınandı.

O sessizlik, bir öğretiye dönüştü.

Hz. Muhammed, Hira Dağı’ndaki inzivada vahyi yalnızlığın kalbinde aldı.

Demek ki insan, yalnızken değil, kalabalığın gürültüsünde kaybolduğunda uzaklaşıyor hakikatten.

Yalnızlık, ilahi bir pencere de olabilir.

İçine dönen insan, evreni görür.

Bilim, sanat, felsefe... hepsi yalnızlıkla yoğrulmuş hamurlardır.

Descartes, soba başında yalnız otururken “Düşünüyorum, öyleyse varım” dedi.

O cümle, yalnızlığın felsefi tanımıydı.

Kendini yalnız hisseden insan, var olduğunu hatırlar.

Çünkü başkalarının onayına ihtiyaç duymadan “ben varım” diyebilmek cesaret ister.

Yalnızlık, o cesaretin ilk adımıdır.

Kant, hayatının büyük kısmını tekdüze yaşadı.

Ama o düzenin içinde, yalnızlığın dinginliğiyle evrensel yasalar kurdu.

Bazen düzen, yalnızlığın sığınağı olur.

Dışarıda karmaşa, içeride sükûnet.

Osmanlı’da bile yalnızlık bir ustalıktı.

Bir hattatın sessiz odasında mürekkep kokusu, yalnızlığın duası gibiydi.

Bir neyzenin dudağında yankılanan ses, yalnızlığın musikisiydi.

Sarayın görkeminde bile yalnız insanlar vardı.

Yavuz Sultan Selim, fetihlerle değil, geceleri yıldızlara bakarak düşünceleriyle büyürdü.

Bir padişahın da kalabalığın ortasında yalnız olabileceğini gösterdi.

Çünkü yalnızlık, mevkiyle değil, ruhla ilgilidir.

Yunus Emre, köy yollarında yürürken yalnızlığını sevgiye dönüştürdü.

“Bir ben vardır bende, benden içeri” dediğinde, insanın iki yanını anlattı.

İşte o yüzden yalnızlık, insanın içindeki ikinci kişidir.

Yalnızlık, bazen toplumun aynasıdır.

Kalabalıklar, kendi korkularını susturmak için konuşur.

Yalnız olan, o sessizliğin içindeki gerçeği duyar.

O yüzden filozoflar, şairler, sanatçılar genelde yanlış anlaşılır.

Çünkü onlar sessizliğin dilini konuşur.

Kafka, masasında yalnız yazdı, ama tüm dünyanın kalabalığını anlattı.

Onun yalnızlığı, insanın modern dünyada sıkışmışlığını temsil etti.

Kulelerde, ofislerde, apartmanlarda yalnız kalan milyonları anlattı.

Yalnızlık artık bir kişisel mesele değil, bir çağ hastalığıydı.

Ama yine de, her hastalık bir uyarıdır.

Modern çağda yalnızlık, daha görünmez hale geldi.

Sosyal medyada herkes konuşuyor ama kimse dinlemiyor.

İnsanlar kalabalık içinde yankısız yaşıyor.

Paylaşımlar çok, paydaş yok.

Bu, yeni çağın yalnızlığıdır.

Bir zamanlar dağlara çıkan dervişin yalnızlığıyla bugünün telefon ekranı arasında derin bir fark vardır.

Biri ruhu bulmak için yalnız kalır, diğeri ondan kaçar.

Ama her iki durumda da insan kendinden uzaklaşır.

Yalnızlık, amacına göre ya ilahi ya da yapay olur.

Hangisi seni büyütür, hangisi seni küçültür, onu hayat öğretir.

Yalnızlığı reddeden toplumlar, derinliği de kaybeder.

Çünkü düşünmek, zaman ister.

Zaman da yalnızlıkla bulunur.

Bir ülkenin şiiri, halkının yalnızlıkla kurduğu dostluğun aynasıdır.

Japonya’da çay seremonisi sessizliğin şiiridir.

O sessizlikte saygı, sabır, huzur vardır.

Hindistan’da meditasyon yalnızlığın ibadetidir.

İtalya’da yalnız oturulan bir kahve, hayatla yapılan kısa bir barıştır.

Her kültür, yalnızlığı bir biçimde kutsamıştır.

Çünkü yalnızlık, insanın evrensel halidir.

Yalnızlık, bazen bir deliliktir.

Ama bazen de dâhilerin dilidir.

Nietzsche, “Beni öldürmeyen şey güçlendirir” derken yalnızlığını kutsuyordu.

Deliliğe yürürken bile, düşüncelerinin ışığını taşıdı.

Her filozof, kendi yalnızlığının mimarıdır.

Her sanatçı, kendi sessizliğinin şairidir.

Yalnızlık, insanın kendi kendine yazdığı en uzun mektuptur.

Ve o mektubu okumaya cesareti olan, gerçek anlamda yaşar.

Çünkü yalnızlık, korkakların değil, kendini arayanların yoludur.

O yol, zordur ama ışıklıdır.

Yalnızlık, insana önce sessizliği öğretir.

Sessizliğin içinde kim olduğunu, kim olmadığını fark eder insan.

Kalabalıklar içinde görünmez olmanın ağırlığıyla tanışır.

Ama bir gün gelir, o ağırlığın içinden bir ışık sızar.

Çünkü yalnızlık, kabullenilince aydınlanmaya dönüşür.

Her insan, kendi yalnızlığını taşıdığı kadar insandır.

Bir ömür boyu yanımızda duranlar bile bir gün gider.

Ama içimizdeki biz, hep oradadır.

O yüzden yalnızlık, kayıp değil, sahipliktir.

Kendine sahip olmanın en sade biçimidir.

Birçok insan yalnızlıktan kaçar, çünkü kendini duymaktan korkar.

Oysa kendi sesini duymak, yaşamın en dürüst hâlidir.

İnsanın içindeki boşluk, aslında potansiyelin yankısıdır.

O boşluk doldukça insan büyür.

Yalnızlık, içteki boşluğu doldurmayı öğretir.

Bir duvar değil, bir aynadır.

Kendine baktığında gördüğün kadar yalnızsın.

Kendinden kaçtığında çoğalırsın, ama eksilirsin.

Kendinle kaldığında azalır, ama derinleşirsin.

İşte o derinlik, ustalığın başladığı yerdir.

Ustalık, yalnızlığın içinden çıkan sessiz bilgidir.

Bir marangozun sabırla yonttuğu tahta gibidir hayat.

Her darbede biraz acı, biraz şekil vardır.

Yalnız insan da kendini böyle yontar.

Zamanla köşeleri törpülenir, kalbi şekil alır.

Bu yüzden bazı insanlar çok kalabalıkta bile ham kalır.

Çünkü kendi yalnızlığının ustası olamamıştır.

Yalnızlık, insanı pişiren ateştir.

Ve o ateş, yakarken arıtır.

Küllerinden doğan insan, kendini tanır.

Dünya tarihine bakınca, her devrimi önce yalnızlar başlatmıştır.

Bir düşünce, önce bir odada doğar.

Bir kalem, bir masa, bir zihin yeter.

Dışarıda gürültü vardır ama değişim hep içeriden başlar.

Yalnız kalanlar düşünür, düşünceler dünyayı değiştirir.

Bir keşişin sessiz duası, bir filozofun sabah yürüyüşü, bir bilim insanının gece notları…

Hepsi yalnızlığın çocuklarıdır.

Onlar olmasaydı, insanlık yalnızlığın anlamını hiç öğrenemezdi.

Çünkü ilerlemek, kalabalıktan değil, içe dönüşten doğar.

İçine dönebilen, dış dünyayı değiştirebilir.

Yalnızlık, insanın kendine açtığı gizli bir kapıdır.

O kapının ardında korku da vardır, bilgelik de.

İnsan o kapıyı her açtığında biraz daha kendine yaklaşır.

Ve her yaklaştığında biraz daha özgürleşir.

Çünkü özgürlük, yalnızlıktan doğar.

Başkalarının düşüncelerinden sıyrıldığında, kendi sesin olur.

Kendi sesini bulduğunda da hayat, ilk kez sana ait olur.

Bu yüzden yalnızlık, özgürlüğün bedelidir.

Ama ödenmeye değer bir bedeldir.

Çünkü bu bedeli ödeyen, sonunda kendi hayatının sahibi olur.

Toplum, çoğu zaman yalnızlıktan korkar.

Çünkü yalnız kalan sorgular.

Sorgulayan insan, düzene sığmaz.

Ama tarih, hep sığmayanların hikâyesidir.

Bir Mozart yalnızdı, ama müziği dünyayı doldurdu.

Bir Newton yalnızdı, ama yerçekimiyle gökyüzünü indirdi.

Bir Mevlânâ yalnızdı, ama o yalnızlıktan aşk doğdu.

Bir Halide Edip, kalabalığa rağmen kendi sesini buldu.

Bir Gandhi, tek başına yürüdü, ardından bir ulus yürüdü.

Yalnızlık, bazen bir kıvılcımdır; bir halkın kalbine düşer, yangın olur.

İnsanın içindeki yalnızlık, yaratıcılığın da köküdür.

Çünkü yalnız kalan düş kurar.

Ve düş kurmak, dünyayı yeniden inşa etmektir.

Hayal gücü, yalnızlığın çocuğudur.

O yüzden çocukken kurduğumuz hayaller, aslında ilk yalnızlık derslerimizdir.

Bir çocuk, sessizce oyun oynarken, kendi evrenini kurar.

Ve o evrende tanrısı da, kahramanı da kendisidir.

Yetişkin oldukça, o evreni unutmaya başlarız.

Yalnızlıkla barışmak, o unutulan evreni yeniden bulmaktır.

Kendine dönmek, çocukluğuna dönmektir.

Yalnızlık, bazen de sevmeyi öğretir.

Çünkü başkasını değil, önce kendini sevmeyi gerektirir.

Kendini sevmeden, kimseyi tam sevemezsin.

Yalnızlık, sevgiyi içe çevirir.

Kendi içindeki sevgiyi bulduğunda, dışarıdaki sevgiyi büyütürsün.

Bazen bir ağacın gölgesinde, bazen bir kitabın sayfasında, bazen bir kahve fincanında bulursun o sevgiyi.

Ve o an, dünyanın sessizliğinde bile bir sıcaklık hissedersin.

Çünkü sevgi, yalnızlığın en derin yerinde filiz verir.

Ve o filiz, insanın ruhuna kök salar.

İnsan, yalnızken de yeşerebilir.

Yalnızlığı kabul eden insan, zamana hükmeder.

Çünkü yalnızlık, zamanı yavaşlatır.

Her saniye bir düşünceye, her düşünce bir hatıraya dönüşür.

Kalabalıkta hızla akıp giden hayat, yalnızlıkta durur, bekler.

Ve o bekleyiş, bir tür meditasyondur.

Zamanla insan, sessizliğin müziğini duymaya başlar.

Bir yaprağın düşüşü bile anlam kazanır.

Bir kedinin mırlaması, bir yağmur damlası, bir nefes...

Hepsi hayatın devam ettiğini hatırlatır.

Ve o an insan, yalnız olmadığını anlar.

Çünkü aslında kimse tam anlamıyla yalnız değildir.

Her yalnızlık, görünmeyen bir bağla evrene bağlıdır.

Yıldızlar bile birbirinden uzak ama aynı gökyüzüne aittir.

İnsan da öyledir.

Yalnız görünür, ama aynı hikâyenin parçasıdır.

Birinin kalbi kırıldığında, bir başkasının yüreği sızlar.

Birinin yalnızlığı, bir başkasının aynası olur.

O yüzden yalnızlık, paylaşılamasa da anlaşılabilir bir şeydir.

Anlayan biri varsa, o yalnızlık artık eksiklik değil, ustalıktır.

Çünkü ustalık, yalnızlıktan utanmamaktır.

Ve sonunda insan şunu öğrenir:

Yalnızlık ne bir eksikliktir, ne de bir lanet.

O, insan olmanın sessiz öğretmenidir.

Kim ona kulak verirse, kendi yolunu bulur.

Yalnızlık, ruhun kendi toprağında yeşermesidir.

Bir ağaç nasıl kökleriyle karanlığa tutunuyorsa, insan da yalnızlığıyla hayata tutunur.

Ve kim bu kökleri inkar etmezse, gökyüzüne uzanır.

Çünkü yalnızlığını kabul eden insan, artık yalnız değildir.

O, kendisiyle barışmıştır.

Ve belki de bütün savaşların bittiği tek yer, tam da burasıdır...

ERGİN ERSÖZ