ERGİN ERSÖZ YAZDI : "GÖRÜNMEYENİN ŞEKLİ VE GİZEMLİ GÖLGESİ "

3/15/2025

GÖRÜNMEYENİN ŞEKLİ VE GİZEMLİ GÖLGESİ

Soyut kavramlar...Ruhumuzun derinliklerinde titreyen armonik olmasa da belirli bir güce sahip melodi gibidir. Onları anlayabilmek, rüyamıza hükmedebilmek ya da rüyamızı avlayabilmek kadar zahmetli ve de zordur. Görünmezdirler dokunulmazdırlar ancak hissettirdikleri ekmek kadar su kadar gerçektir. Böylesine gerçek hislerle donatılmış bu kavramlar acaba ne kadar soyuttur ? Dokunamadığımız göremediğimiz sadece hislerimizde var ettiğimiz bu duygular belki bir vücuda bir kütleye sahiptir. Hatta belki de günlük hayatımızda kullandığımız eşyaların görüntülerinin arkasına saklanmışlardır...

Çocukken çok küçükken evde hiç kimse yokken evdeki koltuk ve eşyaların konuştuğunu hatta hareket edip kendi aralarında eğlendiklerini düşünürdüm. Sürekli cansız ve hareketsiz durmak çok sıkıcı olmalıydı. Bu düşünceyle geçen çocukluğumda bu düşüncenin yanında soyut kavramların da vücutlarının, kütlelerinin olduğunu düşünürdüm. Belki şu an durumumun çok vahim olduğunu düşünüp benim için kaygılanıyorsunuz. Size bunu yaşattığım için üzgünüm ancak yine de yolumdan dönmeyerek soyut duyguların bendeki somut karşılıklarını sizlerle paylaşmak isterim. Belki okudukça bana hak verirsiniz. Hatta belki sizin bile vardır zihninizde soyut hislere giydirdiğiniz kıyafetler. Eğer yalnız değilsem siz de benim gibiyseniz gelin bir sarılalım lütfen ...

Hepimizin haşır neşir olduğu o malum üç harfli duyguyla başlamak isterim. Bu duyguyu her zamanda ve her şartta anmak boynumun borcudur vesselam. Evet aşktan bahsediyorum. Benim için aşk günlük hayatımızda kullandığımız bir eşya olsaydı bu kahve makinası olurdu. Aşkın kalbimdeki izdüşümü ve somutlaşmış hali budur çünkü bende. Kahve makinemiz de aşk gibi her sabah içindeki kahvenin güzel kokusu ve tadıyla bizi karşılar ve günümüzün güzel geçmesini sağlar. Fakat biz o makinenin bakımını yapmaz ihtiyacı olan ilgiyi ona göstermezsek bir sabah gelir o makine de bize ihtiyacımız olan kahveyi vermez. Al-ver dengesini kuramadığımız , hep bana dediğimiz ve sevilmeyi her zaman sevmenin önüne koyduğumuz için aşk kırıntılarıyla beslediğimiz insanların bizi sevmekten vazgeçişi gibi yani. Kahve zaten kendi başına bir aşktır kahve makinemiz de içerisine aşkın formülünün gizlendiği akıl dolu bir sır kutusudur...

Aşk bir kahve makinasıdır ama sevgi dediğimiz şey yenilip içilmeyecek kadar ciddi bir iştir Üstadım. Bu yüzden sevginin bendeki somut karşılığı o çok sevdiğimiz ve ayağımızdan çıkarmak istemediğimiz spor ayakkabılarımızdır. Nasıl ki spor ayakkabılarımız bizi en yorgun zamanlarımızda bile zinde ve rahat hissettiriyorsa sağlam güvenilir bir sevgi de kalbimizin en yorulduğu zamanlarda bize manevi olarak destek olur ve rahat hissettirir. Bu yüzden de değil sadece. Sevgi o bize en yorgun hissettiğimiz anlarda ''yorulmama'' hissi veren spor ayakkabılarımız gibi her adımımızda bizim yanımızda olur ve attığımız tüm güzel adımlarımızda bize destek olur. İnsanlar eskiyor eşyalar da eskiyecek zamanla elbette. Spor ayakkabılarımız eskidiğinde sevgi bir çift o bizim en çok sevdiğimiz spor ayakkabılarımız olmaktan çıkacak mı peki ? Tabii ki de hayır o zaman da o eskimiş, o yırtılmış ayakkabı olan sevgi bize zamanla o yürüdüğümüz çetin yolculuğu ve bu sevgi uğruna nelere katlanıp ne zorluklar çektiğimizi gösteren canlı bir anıt olarak kalacaktır ...

Gelelim mutluluğa. Mutluluk dediğimiz vakit benim aklıma hep o kavurucu bunaltan yaz sıcaklarında elimize aldığımız buz gibi bir şişe su gelir. Mutluluğun bir formu bir vücudu varsa şayet bence o kesinlikle budur. Çünkü o bir şişe su günün en sıcak içimizi ve enerjimizi en kuruttuğu andan bizi kurtarır bize tazelik zindelik ve enerji verir. Başımızı ellerimizin arasına alıp en kara düşüncelere daldığımızda bizi mutlu eden bir gelişme olduğunu düşünün lütfen. O mutluluk içimizdeki ateşi söndürüp bize ferahlık ve tazelik hediye eden sudan başkası olabilir mi ? Her ne kadar sıcak olsa da her ne kadar içimiz ferahlasın diye o şişeyi elimizden düşürmek hiç istemesek de şunu aklımızdan çıkarmamalıyız kesinlikle. Her şey de olduğu gibi bu ferahlık hissiyatında da aşırıya kaçmak demek o soğuk suyun boğazımızı üşütüp bizi hasta edebilme ihtimalini çağırmamız demektir. Bu yüzden mutlu olduğumuz anların kıymetini sonuna kadar bilmeli ancak o mutluluğun bizi zehirleyip gerçekleri görmemize engel olmasına asla izin vermemeliyiz...

Mutluluk demişken onun en naif rakibini de es geçmemeliyiz elbette. Karakteristik özelliğim gereği hüznümü de kahkahamla birlikte her yerde yanımda taşırım. Gülmekle ağlamak kardeştir denir ya hep ben de bunu her daim yaşayan ve anlayan bir insan olarak bu duyguya da son derece hakimim. E bana çok yakışıyor bir kere meret. Bu kadar bana yakışan ve bu kadar benimle hasbihal olan bu duygunun da zihnimde bir karşılığının olmadığını tabii ki düşünmüyorum. Üstelik bu kadar yakın bir duygu da sürekli elimizin altında olan sürekli kullanmakta olduğumuz bir eşya olmalı. Eğer hüzün bir eşya olsaydı bu kesinlikle şemsiye olurdu. Bildiğiniz üzre şemsiye yağmur ve fırtına anında bizi yağmurun ve fırtınanın etkisinden koruması için kullandığımız elzem bir ihtiyaçtır. Hüzün de böyledir işte bizi etkisine alır yağmurla kalbimizi çamura dönüştürürken fırtınası da toprağımızı talan eder. Ruh o etkinin altından çıkınca, yağmur bitip gökkuşağı çıkınca, çamur olsa bile yağmur suyu kalbimizin toprağının teninde mis gibi kokmaya başladığında göz ucumuzla şemsiyemize yani hüznümüze bakınca gördüğümüz tek şey o fırtına ve yağmur anında yaşadığımız melankolik anlar olur. Hava güneşli olduğu için de o anlar unutulur şemsiyenin de kahramanlığı son bulur. Ta ki bir dahaki yağmur ve fırtınanın etkisine girene dek...

Vitesi biraz daha yükseltelim. Biraz daha sert olan bir soyut duyguya yönelelim. Öfkenin zihnimdeki formuyla devam edelim. Yine çocukluğumdan beri o bence insanlığın gerçekten en mutlu olduğu en güzel yıllarda yani doksanlı yıllarda o esnaf mahalle ve komşuluk kültürünün en temiz saf ve güzelliklerle yaşandığı dönemlerde kahvehanemizin olması dolayısıyla kahvehane kültürüne çok küçük yaşlarda entegre olduğum için midir bilmiyorum ama öfkeyi çabucak kaynayan bir çaydanlığa benzetmişimdir hep. ''Öfkeli bir çay'' tabiri vardır bilirsiniz. Belki öfke çaydanlığa çaydan miras kalmıştır işte burayı tam olarak kestiremiyorum...

Çaydanlık altındaki ateşin ve suyun hacmine bağlı olarak çabucak kaynar. Lakin kaynarken de çıkardığı sesle bizi uyarır. İşte öfkeyi kaynayan bir çaydanlığa benzettiğim nokta da tam olarak burasıdır. Çünkü çaydanlıktan çıkan o ses bir şeylerin kontrolden çıkmaya başladığını haber verir bize. Eğer altındaki ateşi ya da suyu kontrol altına almazsak etraf batacaktır. Ancak alırsak o çay kokusuyla tadıyla bize harika anlar yaşatacaktır. Öfkeli anımızda onu kontrol edip öfkemizi mantıklı uğraşlarla izole edebilirsek çok kısa bir süre sonra pişman olacağımız şeyleri yapmayacağız demektir. Bunu başaramazsak eğer taşan çaydanlıktan etrafa sıçrayan çaylar gibi etrafımızda bir sürü kırılmış kalp bırakarak ortalığı batırmışız olacağızdır...

Gelelim bir başka güzide soyut kavramımız korkuya. Korkuyu hep, bende bizzat korku uyandıran hatta korkunun kaynağı olan asansörlere benzetirim. Bence korku kesinlikle bir vücuda malik olan bir olgudur ve asansörün ta kendisidir. Yıllar yılı tüm iniş ve çıkışlarımızda ironik olarak bize yardım eden kadim ve muhterem alet. Başka bir çarem olmadığında işim düştüğü zaman çok nazik ve iyi davrandığım alet. Hepimiz biliriz ki kullandığımız tüm makineler gibi asansör de aniden bozulur. Bu bozulma hadisesinin ne zaman gerçekleşeceğini bilemediğimiz gibi içerisinde biz varken bize torpil yapıp bozulmama ihtimalinin olmadığını da biliriz. İşte sırf bu yüzden, o dapdar alanda kalabilme ihtimali yüzünden asansörler benim için korkunun ete kemiğe pardon cama demire bürünmüş halidir...

Soyut kavramların zihnimdeki izlenimleri elbette bitmedi ancak bu örneklemeler ile asıl anlatmak istediğim şey soyut kavramların somut objelerle buluşması zihin ile madde arasında kurduğumuz köprüdür. Bu köprü soyut kavramların uçsuz bucaksız boşluğuna somut bir yapı kazandırır. Kifayetsiz kalan kelimelere ve kavramlara anlam arayışı kazandırır. Çünkü soyut kavramlar doğası gereği belirsizlik ve genişlik taşır. Bu kavramları günlük hayatımızda kullandığımız eşya ya da gereçlerle anlamlandırmaya çalışmak, bu eşyaların basit ve doğrudanlığı ile soyut kavramların belirsizlik ve genişliğini çözebilme noktasında bize anahtar olur. Yani soyut duygu ya da hislere somut eşleştirmeler yapmak belki de onları daha iyi tanımamızı ve daha güçlü bir şekilde anlatabilmemizi de sağlar. Bu güçlü anlama ve anlatabilme yetisi de beynimizdeki uçsuz bucaksız imgesel oyun alanındaki metaforların zenginleşmesini sağlayarak, soyut ve somut kavramların dansına daha bilinçli bir şekilde şahit olma imkânı verir. Yani bir anlamda da biz soyut ve somut kavramları birleştirip birbirileriyle eşleştirerek zihnimizde bir pencere açıyoruz ve açtığımız bu pencere ile yeni perspektiflerin zihnimize girmesine izin veriyoruz. Düşünebildiklerimiz ve düşünemediklerimiz kendi içerisinde birbirilerini dengeleyerek yaşamın o görülmeyen kısımlarına da ışık tutmuş oluyor. Unutmayalım ki her obje bir hikâye anlatır, her kavram bir yankı bırakır. Objelerin zihnimize anlattıkları hikayeler beynimizin içinde yankılandığında bizi duygusal olarak tadına doyulmayacak keşfe çıkartır. Belki hala olmadığını düşünüyoruz ama bence her soyut kavramın bir vücudu sesi izi ve gizemli bir gölgesi vardır.

ERGİN ERSÖZ